Hepimiz gönüllü köle olduk. İnsanın itaate bu kadar meyilli olduğunu bilmezdim. Bilmezdim konforun ve yumuşak yastığın olmaz işlere evet dedirteceğini. İnsanı daha asil ve daha asil varlık bilirdim. Değilmiş meğer…
Şöyle bir düşünün 60- 65 yaşına kadar ömrünüzü özünüzü tüketip çalışıyorsunuz, sahip olduğunuz şey şanslıysanız bir ev bir araba, büyüttüyseniz 1-2 çocuk. Çok çok şanslıysanız onlara da iş bulmuşsunuz, evlendirmişsiniz, ondan sonra da küçük yetersiz emekli maaşınızla ve sağlık sorunlarınızla boğuşuyorsunuz, aldığınız para ne gıdanıza yetiyor ne de kaliteli yaşamanıza, adeta çileye dönmüş hiçbir işe yaramayan sağlık kurumlarında hastanelerde geçmeye başlıyor, az biraz iyi sağlık hizmeti alayım diye özel hastaneye giderseniz ona da gücünüz yetmiyor ekonomik olarak …
Modern köleliktir bu ve biz bu modern köleliğe gönüllüyüz, gönüllü olduk veya olmak zorunda bırakıldık ya da alıştık. Öyle ya da böyle insan içinde istikrar olan bir hayatı her zaman benimsiyor, bu istikrar illa aşırı iyi anlamda değil, istikrarlı olması şart, az iyi ehveni şer olması yeterli, yani boğazı sıkılmıyorsa yani kötülüğe bu kadar çabuk adapte olan alışan bir canlı yok yeryüzünde.
Yeter ki istikrar olsun insanın hayatında, istikrar olursa zor şartlara da kıt kanaat geçinmeye de köleliğe alışıyor çünkü istikrar konfor sağlıyor, konfor da çürütüyor. Kölelik de bir konfor tarzı, dolayısıyla hepimiz gönüllü olarak köleyiz, modern sistem rıza üreterek hepimizi köle yaptı. Bizi tüketimin kölesi yaparak, bir şeyler vaat ederek, cennetin meyvelerinden birkaçını sizde yiyebilirsiniz diyerek hepimizi bu hayata razı etti vesselam.
Betondan tanrılarımıza, kredi kartlarımıza, umut ettiğimiz makamlarımıza kulluk ediyoruz. Ve işte o an bir filmin sansüre uğramış kısımları alıp başını gidiyor aramızdan. Aramızdaki mesafelerin ne önemi var, ne Ömer’i.
Bir yoksulla denk olmaktan, eşit olmaktan bir yoksulla ödümüz kopuyor. Artık, bir cesedi fotoşopla diriltmeye inanacak kadar teknolojiye inanıyoruz. Haklıysak korkuyoruz. Çünkü biliyoruz ki hayat filmlerdeki ve kitaplardaki kahramanlara yer vermiyor.
Efendilerinden akçe bekleyen soytarılar gibi ve soytarılığını unutup bir efendiye yamanmakla övünecek kadar kibirli, budala, çokça ahmağız. Korkuyoruz birinin düşkünlüğü bir yerimize dokunacak diye. Oysa bizim hiç bitmeyen planlarımız var. Yaza, kışa ya cüzdanlarımıza dair.
Kocaman ve iddialı nutuklar çekiyoruz birilerini görünce. Söyleyecek çok sözümüz var, gölgesinden korktuğumuz çiçekler. Kimse inanmıyor dünyadaki en güzel yönetim biçiminin merhamet olduğuna.
Sevdiği kızı alamayınca ince hastalığa yakalanan oğlanlara, yavuklusuna kavuşamayınca kanser olan kızlara rastlayamıyoruz. Daha da kötüsü hangi kızı sevsek bir süre sonra Kürt meselesine benzemeye başlıyor. Telvelerden yanımıza bir türlü gelmeyen adamlar, kadınlar ve önümüze çıkmayan yollar. İşte buna da yaşamak diyoruz. Vapuru ayarlayanlar oluyor ama kimsenin simide verecek fazladan parası yok. Sevdiğimiz var ama soğuk diye hâlâ üşümeyi becerebiliyoruz.
Gece geciktikçe, sevenlerin ayakkabıları eskimek bilmez. Kimse sevmiyor ama eski insana hiç çıkmayan hatıralar bulaştırıyor. Biz artık, yüzü hiçbir geceye yakışmayan bir ahaliyiz. Maalesef hudutlarımız belirsiz. Raydan çıkmış, yolumuzu kaybetmişiz ve üstüne üstlük pusulamız da yok…
Son söz: Fakat şimdi öyle çok yoksun ki;
Ben de dünyaya hiç gelmemiş gibi,
Davranmaya çalışıyorum.
Euro 2024’ten notlar: “Koca İngiltere yediği bir golü çıkaramadı Slovakya karşısında. Dünyanın geldiği yere bak. Slovakya çeyrek finale çıktı. Yaşa ki neler göresin.” Diyecektim ki; 90 artı 5’te eşitlik geldi. Bakalım netice ne olacak!
İş bitmişti neredeyse, yazık oldu doğrusu elenirse Slovakya yazık olur. Sevinç kursağımda kalır. Kalır zaten bu saatten sonra…
Aforizma: Ahlı dalda bülbül ötmez!
Lafın gediği: Esad izin verirse, Erdoğan’ın Emevi Camisi’nde namaz kılma hayali gerçek olacak!
Etraftan: “Baban hangi hastanenin yönetim kurulundaydı Gizem.” dedi tok sesiyle varsıl olan biri yan tarafımda. Kadın özgüvenle belli ki zengin kızı, banka cüzdanı kabarık, kredi kartı limiti yüksek, öz güvenle “Başkent Hastanesinin.” diyerek cevapladı. Ben bir an benim babamın nerenin yönetim kurulu üyesi olduğunu düşündüm. Sonra bu kadar kodamanın arasında beni bulunduran yüce Rabbime bir kez daha hamdu sena eyleyip şükrettim…
Kehanet: Gerçekten Anadolu’daki Türk milletinin geleceğinin olduğuna inanan şüphesiz ahmaklık içindedir, ziyandadır…
Tadımlık: yine bir güz büyümekte kanında gölgelerin
o üzünç orduları tarlalar çiğnemekte
bak, ölüm güzü kıskanıyor
mevsimi aska çağıran kuşların nerde senin
güze el değdirmeyen ellerin nerde?
Tadımlık iki: Ruhlarımız ölüm dehşetine tutsak düştü, oysa dışarıda güzel bir gün var…
Benden söylemesi: İnsan, kendi ağrısını herkesin ağrısından büyük zanneder. Hastalığın en masum tarafı da budur. O esnada cömert olacağınıza mı söz vermezsiniz, bundan böyle kimseyi üzmeyeceğinize mi, ölçüsüz yaşadığınız bütün günlere çekidüzen vereceğinize mi? Her şeyi düzeltecek bir inanç kaplar içinizi. İyileşince hemen unuttuğunuz. Ta ki yeniden bir yeriniz dökülünceye kadar!
Kulağa küpe: “Dün Ordu araştırma eğitim hastanesine gittim. Gördüm.
Bir adet mısır çarşısı kargaşası hakimdi.” dedi çınar ağacının gölgesinde oturan saçları ağarmış adam yanındaki orta yaşlı saçları henüz ağarmaya başlayan er kişiye. Er kişi kafasını kaldırıp yumuşak bir ses tonuyla “Çok övdüler, ondan öyle oldu…” seslendi.
Bidenin performansı: Asıl rezil olan varsa, Biden değil, doğrudan bu medyadır.
New York Times bile panikteymiş; CNN'de "Gidip yarıştan çekilmesi için Biden'e yalvaralım" ifadeleri kullanılmaya başlanmış.
Ben de şunu merak ediyorum: Niye TV tartışmasından çok daha önce paniğe kapılıp Biden'e çıkışı göstermediniz? Bütün dünyanın gördüğünü siz niye görmüyormuş gibi yaptınız?
Bu medyayı yönetenler bu kadar salak olmayacaklarına göre...
Demek ki sahtekârlar!
Ve fena bir iş döndürüyorlar.
Trump ve Biden...
Dünyanın hegemonik gücünü yönetecek adamlara bakın!
Demek ki neymiş?
Adını koyun artık...
Bunlar vitrinde kitleleri oyalayan aktörler...
Amerikan demokrasisi artık apaçık bir sahne oyunu...
Sonbahar çok patırtılı geçecek...
Tahmin: Turizm ülkelerinde halkın turizme ve turistlere karşı tepkisi büyüyor.
Turizmin "yumuşak sömürgeciliği" andırması, ekmeğinin her kırıntısını turistlerden yiyen Venedik gibi şehirlerde yaşayanları bile artık sinirlendiriyor.
Neyse ki, tarihsel olarak 150-200 yıllık bir hikâyenin sonuna gelmek üzereyiz.
On yıl içinde bütün dünyada turizmin sınırlandırılacağını düşünüyorum.
Unutma: Çocuklarını yüzbinlerce lira verip özel okula yazdıran veliler. Lütfen kayıt yaptırmadan önce öğretmenlere ne kadar maaş ödediklerini öğrenin. Ne ışıltılı binalar, ne duvarlara sığmayan belgeler, ödüller, ne yemyeşil bahçe ne sekreteryanın güler yüzü... Bunların hiçbiriyle kalite gelmez…
Ah alma: Elektriğe % 38 zam geldi. Asgari ücrete en az % 38 ara zam yapılmak zorunda. Ülke nüfusunun dörtte biri ciddi ciddi açlıkla baş etmeye çalışıyor. Her türlü lüksü bir kenara bıraktım, mesele ekmek meselesi. Ekonomiyi yönetenler akıllarından çıkarmasınlar, ahlı dalda bülbül ötmez!
Not 1: Türkiye'de nüfus azalmadan REFAH artmaz.
50 Milyon kişinin altına inmemiz lazım.
Türkiye'nin, ABD ve RUSYA kıyaslı sahip olması gereken nüfus ise, 35 Milyon kişidir.
Not 2: Tarih iktidar/kılıç ile muktedir/para savaşıdır. Hangisi din ve bilim erbabını kontrol ediyorsa o kazanır, genellikle muktedirler kazanır. 3.Dünya Harbi insanlık tarihinin en acımasız iktidar- muktedir savaşı olacak görünüyor. Bu savaşın galibini ilk kez Gıda ve Su belirleyecek.
Not 3: Birileri mesleğini silah gibi kullanıp, kendi çıkarlarına alet ediyor. Bir grup da, vatan ve millet edasıyla onların gemilerine su taşımaya devam etsin. Beyefendiler de buzlu viskilerini denizin esintili dalgalarına karşı yudumlayarak vatan edebiyatı yapsın.
Ne kadar kolay değil mi; buzlu viskilerle denizin esintili dalgalarına karşı yudumlayarak vatan edebiyatı yapmak!
Not 4: Keşkelerin olmadığı bir hikâye ne zordur. Keşke demeyen kim vardır, bulsak da sorsak, ne iyi olurdu. Her yangında öncelikli kurtarılacaklar bellidir ama şimdi kim, kimi kurtaracak? Geçen geçiyor, geçtiği yerlerde sönen ateş yok ki.
“Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın” diyen şairle ortak duyguları paylaşmak. Şimdi öyle bir zamanın hayalini düşlemek güzel ama mümkün mü? Olan olmuştur artık. Kurşun namludan, ok yaydan çıkmışsa…
Her hayalin gerçekleşmesi mümkün yanları olabilir. Ancak öyle bir yer var ki öyle bir gerçek var ki ölüm gibi. Ne diyordu şair: “Ben o gün öldüm gülüm/ Bir daha ölmem artık.” Önümüzde duran gerçekleri yok saymak mümkün olmuyor. Mümkün olmuyor ölümü yok saymak. Mümkün olmuyor yaşananları yok saymak. Mümkün olmuyor kaderi değiştirmek.
Elimizde olsa…
“Seni düşündükçe/Gül dikiyorum elimin değdiği yere” diyen İlhan Berk ile karşılaşmak isterdim. Gül mevsimine geç kalmak da var. İşte şimdi oyun içinde oyun oluyor kader. Dönüyor dünya, sönüyor ışıklar. Nefes almak bile zorlaşıyor, hava ağırlaşıyor. Tel tel düşüyor ömür sayacından umutlar.
Geçmiş baharları çağırmanın acısını ve zorluğunu biliyoruz. Geçilen yolları yeniden geçmek mümkün değil. Geçsek bile kaderin tekrarı olacak, değişmeyecek hiçbir şey. Gökyüzüne bağırmak gibi anlamsız. Rüzgâra tükürmek gibi ahmakça. Kaybolanı karanlıkta aramak gibi boş, koca bir boşluk...
“Bir yer var, biliyorum;/Her şeyi söylemek mümkün;/Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;/ Anlatamıyorum” denilen noktaya geldik. Eski bir zamana dönmenin hayaliyle kurulan ne varsa hepsi uzak. Ancak belli mi olur, bunca sabrın sonunda bir lütuf olur da buluşur, kavuşur ayrı tendeki aynı ruhlar.
Not 5: Politikaya kurban ettiğimiz zamanımızı şiirle dolduralım, ruhumuzu şiirle besleyelim, dünyamızı şiirle süsleyelim. Liderlerin meydanlarda okudukları şiirler, on binlerce insanı heyecanlandırıyor. Şiir, seçim kazandırıyorsa neden bizi kurtarmasın?
Not 6: Bir kaçış var çoğumuzda. Vefasızların yüzünü görmemek için döndüğümüz her yerde yine bir vefasızla karşılaşabiliyorsunuz. Yüzünün rengi değişmeyen, utanmayan, özür dilemeyen ve pişkinleşen vefasızlarda en sonunda terbiye sınırlarını aşan bir ahlaki çöküş başlıyor. Vefa gördükleri kimseleri tüketmeye memur edilmişçesine ve hoyratça tükettikleri vefa ehlini yalnızlaştıran vefasızlar, kendilerine daha büyük alanlar açarak hayatlarını sürdürüyor.
Her değerin çokça harcandığı günümüzde kelimeler de yıpratılıyor. Boş insanların ağzında içi boşaltılan nice kelimemiz vardır. En güzel kelimeleri kirli ağızlarında lekeleyen bu insanların görevi her alanda “harcama memurluğu” olduğundan, asırlık yaşanmışlıklardan mürekkep nice zengin anlamlar ihtiva eden kelimelerimiz vefasızlar tarafından harcanmaktadır.
Niçin vefa bu kadar dilimizdedir? Vefanın sihirli bir güç ve her kapıyı açan anahtar olduğunu biliyor bu insanlar. Belki de bu sebeple çokça müracaat edilen ve kullanılan bir kelime vefa. Vefanın yaşatan ve çoğaltan bir etkisi vardır. Huzur ve güven verici tesiriyle vefa, insanî ilişkilerimizi tanzim eder, dostluğumuzda devamlılık sağlar. Vefasızlık gördüğümüz yerden uzaklaşırız. Güvenimiz zedelenir. İçimizdeki iyilik yapma arzusu zayıflar ve zamanla yok olur.
Not 7: Vefa üzerine konuşup de Zeki Müren’in o unutulmaz şarkısını burada hatırlamamak da vefasızlık olur.
“Eğer gideceksen mâni olamam/Düşersen sonunda yine bul beni/Vefasız kullardan, vefa bekleme/Kıymetsiz bir pula satarlar seni”
Vefasızların bu şarkıda da görüldüğü gibi en belirgin özelliklerinden biri de argo karşılığı olarak satmaktır. Mizacına satıcılık yerleşmiş nice insan boy gösteriyor şimdilerde.
Not 8: 7 Haziran’da iki kulu, iki büyük şairi uğurladık. İki dava adamıydı onlar, devrin şatafatına aldanmadan ve minnet eylemeden insanlık ödevini, kulluk mesuliyetini, şahit olduğumuz kadar, bihakkın ifa ederek ayrıldılar dünya durağından. “Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.” mesajıyla hayata veda eden Cahit Zarifoğlu ve “Gölgesinde otur amma/Yaprak senden incinmesin/ Temizlen de gir mezara/Toprak senden incinmesin” diyen Yunus gönüllü Abdurrahim Karakoç’u rahmetle minnetle yâd ediyoruz.
Not 9: Düşmüş sayılır mı hiç kendi ellerinden düşen bir düş ile yola çıkanlar düşmüş sayılır mı… h i ç…
Not 10: daha yolun yarısıydı diyenler
biraz olsun biraz olsun metanet
sızıyordum dünyaya
sol kolumda bir oyun
ömrümün son perdesi
al şırınga ver jilet…
Not 11: Askeri diktatörlükle yönetilen Afrika ülkesi Nijer’den bir heyet, İsviçre’deki uluslararası bir toplantıya katılır.
Toplantı öncesinde verilen resepsiyonda ev sahibi İsviçre, heyetini tanıtırken, sıra ‘Göller ve Denizcilik Bakanı’na gelir.
Bakanı şaşkınlıkla karşılayan Nijerlilerden biri:
“Ama İsviçre’de deniz yok ki bakanlığı olsun!” der.
İsviçreli bakan ise gülerek şu cevabı verir:
“Ama sizde de adalet bakanlığı var!..”
Not 12: Otomobillerin değerlenmesi, sadece dönemsel ve geçici bir şeydi.
Normalde, aldığınız sıfır araç, ilk 100.000 Km'de % 30 değer kaybeder.
Elektriklilerde bu oran daha fazla. Çünkü, PİL meselesi var.
Not 13: Enflasyon daima gecikmeli yansır.
Dolar sabit.
Ama fiyatlar artıyor. Çünkü, GEÇMİŞ MALİYETLER hala yansıyor.
Bu durum ancak sene sonuna tamamlanır.
Not 14: Devlette çaycı, özelin 2 misli alıyorsa, maaşın yarısı HIRSIZLIK oluyor.
Piyasa belliyken, devlete kapağa atıp, piyasanın üstüne çıkmak, tipik ŞARK KURNAZLIĞI.
Not 15: "Yıkılmak binaya mahsus bir şey değil ki, Züleyha/ Bir insanın, bir cümleyle yıkıldığını gördüm ben." C. Zarifoğlu
Not 16: Hayatta taş üstüne taş koymayıp da sonra her konuda ahkam kesmek nasıl bir duygudur ya!
Not 17: “Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
Saat on ikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.”
Sezai Karakoç
Not 18: "Doktor istemem, annem gelsin." S. Karakoç
Not 19: “Dön bana ve dinle, kuşlar uçuşuyor içimde.”
Erdem Beyazıt
“Ah beni vursalar bir kuş yerine.”
Sezai Karakoç
“Ve sen kuş olup gidersin.”
Tarık Tufan
“Mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin…” İsmet Ö.
“Kuşlar uçarlar uçarlar, insanlar vardı sanır.”
Cahit Zarifoğlu
Not 20: Yirmilik dişimi röntgeni, sekreteri, ikramı, ücreti, parkesi ve her yeri bol bir hastanede hanım diş hekimine emanet ettim. Antibiyotik tedavisinden sonra dişimi çekeceğini söyledi. O güzel, yirmilik dişimi.
Diş hekimi olan genç hanım, onca ilgiden sonra vezneye gitmem gerektiğini söyledi. Gayet sıradan bir şekilde. Bu şehirde bütün inceliklerinin altında artık bankamatikler olduğunu biliyorum. Ben, Duygu’yu halının altına süpüremedim. O nezaketin hemen ertesinde, büyük bir kibarlıkla para çekilirken bakiyemin yetersizliği karşısında her saniye eriyen nezaket, beni parkelerin altına çoktan süpürmüştü bile.
Oysa bu şehre elim boş gelmemiştim.
Not 21: Hudutları belirsiz, tanımsız bir ahaliyiz artık. Hangi yöne gitse kaybolan, hangi çenginin etrafında toplansa avuçları alkıştan patlayan şaşkın bir ahali. Gözlerimiz hırstan kan çanağı, ellerimiz kılıçsız, ellerimiz pudralara aşina. Yani biz Yunus’u anarken derviş, Hallac’ı anarken zalimiz; vurduğumuz serçelere suç buluyoruz. İçlerimiz darmadağın. Ve o darmadağın olmuş içimiz yanındakiyle saf tutarken şıklık mukayesesine girişecek kadar hesaplı: Moda yarışına girişiyoruz yanımızdakilerle “Kim, kimden daha şık?”
Kimse beklediğimiz trenlerden inmiyor. Kendimize günahlarımızı unutturacak iyilikler peydahlıyoruz. Sokak lambalarının altında ölümle yaşam arasında saklambaç oynayan birkaç dilenci buluyoruz. Birkaç dilenci, birkaç acıyacak insan. Onlara cebimizi yırtmasın diye arabalarımızın torpidolarına sıkıştırdığımız, adı bozuk paralarla dünyaları veriyoruz. Kendimizi de unutmuyoruz elbet. “Cennetten birkaç köşk eder” diyoruz o paralar. Sonra çekip gidiyoruz evlerimize. Bizim evlerimiz bir ibrik, bir hırka, sevgilisine kavuşsun diye ayakları nara dönen Karani’yi anlatan hikayelerle dolu. Az önce dışarıda bıraktıklarımızı beyaz camdan izleyince bu kez “En çok kim üzülecek?” oyununa başlıyoruz.
Yaşamak hiçbir sancımıza iyi gelmiyor. Kavimler Göçü’nü başlatan o muazzam gitmek hissi bana atalarımızdan miras kaldığı günden beri hiçbir gözün kusuru gibi hissetmiyoruz kendimizi.