İçinde yaşadığımız absürd süreç aklıma farklı şeyler getiriyor. Adalet, liyakat, eğitim ve refahın bitirilmesi, istenerek alınan büyük göç, üstüne yaratılmak istenen çatışma ortamı... 

Sanki birileri halka, “aman ne olursa olsun, kim gelirse gelsin” dedirtme gayretinde. 12 Eylül öncesi sol-sağ  çatışması vardı, şimdi sol kalmadı, başka şekillerde çatışma zorlanıyor. 85 milyonluk ülkenin bu hale düşürülmesini ve kötüye gidişte ısrarı acaba böyle mi yorumlamak lâzım? Yerine ne konacak da, ona rıza üretiliyor, ayrı konu.

Bir nevi öğrenilmiş çaresizliğe sürükleniyoruz. Öğrenilmiş çaresizlik, bireyin sürekli olarak olumsuz sonuçlarla karşılaşması durumunda, gelecekteki olumlu sonuçlara ulaşma yeteneğine olan inancını yitirmesi olarak tanımlanır. Bu psikolojik kavram, bireyin kendini bir durumu kontrol edemez, değiştiremez veya etkileyemez olarak algılaması sonucunda ortaya çıkar. Öğrenilmiş çaresizlik, anksiyete, depresyon ve motivasyon kaybı gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir. 

Bizim şu an içinde debelendiğimiz travmalar, geleceğe dair hikayelerimizin kalmayışı ve bu saatten sonra düzelmez hissiyatının içimizde kabuklaşması toplum olarak bütünsel şekilde öğrenilmiş çaresizliğin cenderesinde umutsuzca başımıza gelecek hiçbir şeyi umursamamaya ve hiçbir şeyin değişmeyeceği algısının tüm benliğimizi kaplamasına neden oluyor. Böyle bir çaresizlik haleti ruhiyesi toplumun makul oranda geneline hakim olunca kimin iktidar olduğu kimin belediyeyi yönettiği, üniversitelerin çürümesini, siyasetin çirkefliğini, bürokrasinin aymazlığını umursamaz oluyor ve çevremizde olanlara duyarlılığımızı tamamen kaybediyor, ve kötülerin ve vasatın egemenliğine rıza üretip onay veriyoruz. Örtülü ya da açık verilen böylesi bir onay milletin geleceğini uçurumun dehlizlerinde yok oluşa götürmenin lokomotifi olacaktır. Umarım aklımızı başımıza almamız geç kalmayız.

İstikrar programları:

Üzülerek söyleyeyim ki, istikrar programlarının uygulandığı ekonomilerde programın uygulama sürecinde hiç kimse kazanmaz. Çünkü enflasyonun yol açtığı dengesiz servet dağılımı ve etkinsiz kaynak tahsisinin sonucunda ortaya çıkan verimsizlik ile artan dış borç yükünün süratle azaltılması için hepimiz borç öderiz. Bu yüzden program süresince herkes, az ya da çok, kaybeder. Ancak enflasyonun düşmesi ve normal seviyelere gelmesi ile elde edilecek uzun vadeli kazanç açısından bakarsak herkes kazanacaktır. Bu nokta enflasyonun toplam refah etkisinin zamansal dağılımıdır.

Enflasyon dönemlerinde verimsiz, küçük ölçekli ve niteliksiz işgücü ile çalışan firmalar vurgunsal kârlar elde ederken, borçluların borçları azalır ve servet sahiplerinin de servetleri artar. Büyük ölçekli firmalar enflasyonun hem getirilerinden hem de maliyetlerinden daha az etkilenir. Enflasyon döneminin en büyük kaybedeni maaşlı çalışanlardır, özellikle iyi eğitimli ve nitelikli işgücünün kaybı oransal olarak niteliksiz işgücünün kaybından daha yüksektir. Çünkü en niteliksiz işgücünün alması gereken asgari ücret hızla artarken ortalama ücretler asgari ücrete yaklaşmaktadır. Şimdi, bir istikrar programının ana gayesi enflasyonun yol açtığı bu eşitsizlikleri azaltarak sıkılaşmaya gitmek olmalıdır. Bunun için ödenmeyen KGF Borçlarının tahsili, vergi aflarının durdurulması, kamuda israfın sıfırlanması, müterakki kurumlar vergisi ve servet vergilerinin ihdası gerekebilir. Bu tarz bir maliye politikası ile istikrar programının maliyetinin sabit maaşla çalışanların ve emekçilerin sırtına yüklenmesini sınırlandırmış olursunuz. Bu takdirde 2024 yılında daha çok kaybedenler servet sahipleri, rantiyeler, arsa, otomobil, döviz ve arsa spekülatörleri olur. Yok, 1950’den beri Sağ Hükümetlerin gittiği yoldan gidilirse, enflasyonda fakirleşen sıradan vatandaşların, sabit gelirlilerin ve emekçilerin sırtına bütün bir programın maliyeti biner. 

Her halükârda, kredi genişleme ve parasal genişleme oranlarının düşeceği bu iki yılda, özellikle seçim sonrasında, kredi bulmak zorlaşacak, bulsanız bile faiz maliyeti yüksek olacak, Temmuz maaş zamları bir gıdımın ötesine geçmeyecektir. Hepimizin harcamalarımıza dikkat etmemiz gerekir. Mümkünse uzun vadeli borçlanın, kesinlikle kısa vadeli borçlanmayın. 

Son söz: Kavga 
Dışarda kavga var 
Döğüşen haklı ile haksız 
Biziz yenilen kavgada 
Kaldıkça evlerde yalnız  

Necati Cumalı 
(Vefatının 23. yılında saygıyla)

Akılda kalan: “Kendim zengin olmaktansa, zenginlere baş olmak isterim. Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir.”

Fabricius

Not 1: Sizi zerre kadar umursamayan kişiler için acı hissetmenize vicdan denir.

Not 2: Esas can yakıcı sıkıntılar (işsizliğin artması, devalüasyon, düşmeyen enflasyon, yüksek faiz, işsizlik, intiharlar) 31 mart sonrası daha net biçimde gösterecek. Toplum iyice kıskaca girecek, kıyamet alametleri sıklaşacak.

Not 3: Müslüman yalan söyler mi? Söylemez... Ama politikacılarımız, esnafımız, bürokratımız, herkes söylüyor. Müslüman rüşvet alır mı? Almaz. Verir mi? Vermez. Ama herkes alıyor, veriyor. Yolsuzluk yapar mı? Haksızlık yapar mı? Yapmaz. Ama yapıyoruz.

Not 4: Bir yalancı, yalanına ne kadar çok kişiyi ikna ederse, ona inanma ihtimali -kendisi de dahil- o kadar artıyor. Haydi daha açık söyleyelim, bu azim ve ustaca yalana, yönetenler de yöneticiler de memnun ve mesrur olarak katılıyorlar… Tanpınar, bu kitlesel aldanmayı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı eserinde ironik bir biçimde anlatır. İrdal, “Büyük Ümitler” başlıklı ilk bölümün sonunda bir masal/ yalan içinde yaşayan Osmanlı toplumunun olgusal gerçeklerle “Birinci Dünya Harbi”nde karşı karşıya geldiğini, bu savaşla “ilk defa ayaklarının toprağa bastığı”nı, ama çok geç kaldıklarını söyler!.. Lâkin romanda Türkiye o yalandan başka bir yalan’a -modernleşme yalanı-sürüklenir. Türkiye’nin hayatı, bir yalanlar tefrikasına benzetilir.

Tehlikeli olan şu: Yalanı, hayatın/ iktidarın devamı için meşru ve genel bir kural olarak görmeye başlamak!.. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün İrdal’ı zamanla karşı çıktığı yalanlara kendi de tâbi olur, hatta yalan söyler, Ayarcı’ya uyar!.. Arendt de bu tehlikeye işaret ediyor; yalanın siyasetteki geleneksel rolünü de aşıp idarenin tüm safhasına egemen olması, yutucu, -kendi gerçekliğini de yok etme pahasına- üstelik meşru sayılması…
Bilgisayar, tv ekranları ve akıllı telefonların ‘sanal dünya’sında sörf yapan, zihinleri sadece gösterilene, duyurulana inanan bir ‘sürü’ artık insan!..

Not 5: Başınıza bir iş geldiğinde; ilk arayanlar, dostunuz değil, başınıza gelenleri sizden dinleyerek zevk almak isteyen, DÜŞMANLARINIZ da olabilir.

Her etrafınızda biteni, dostunuz zannetmeyin.

Herkes çıkarında.

Not 6: Bütün dünyada yerel seçimlerde 18-25 yaş aralığındaki seçmen kategorisi "kayıtsızlar" olarak tasnif edilir.
Genel seçimlerde nutuklar atan gençler yerel seçimde sandığa ayaklarını sürüyerek giderler.
Dolayısıyla yarışa yeni katılan adayların esas hedefi bu kitle olmalıdır.
Bu seçmen kitlesi, itişmeden çatışmadan uzak biçimde kendisine söyleyecek sözü olan adaya parti sınırlarının dışına çıkarak ilgi gösterir.

Not 7: Gerçek, hiçbir zaman gerçeğe benzemez, biliyorsunuz değil mi? (DOSTOYEVSKİ / Ecinniler)

Not 8: Georgi Gospodinov, "Zaman Sığınağı"nda "Çocukken bıraktığınız bir yeri uzun bir aradan sonra asla ziyaret etmeyin" der.
Değişmiştir, zamandan arındırılmıştır, hayalet gibidir oralar.
Hatta yoktur, öyle bir yer...
Çünkü hatıralarımız, geçmişimiz değildir.
Bir yerde değil, zamanın içinde yer alırlar; bir "hikâye" oluştururlar.
Muhtaç olduğumuz hikâyeler hani...

Not 9: Günümüz insanını "kölelik" noktasına getiren üç ana çizgi var: Global finans, eğitim ve tıp disiplini...
Birçok okurum, kafayı son şıkka takmış...
Sağlıklı yaşam, hastalıklarla mücadele, uzun ömür, vd.
Bunun neresi kölelik oluyor diye soran "saflar" var.
MR'lar, tomografiler, ultrasonlar, bitmek tükenmek bilmeyen taramalar...
Ve sonunda konulması kaçınılmaz teşhisler...
Eh, ölümden deli gibi korkan modern insan için tıbbın hazırladığı tuzak da buydu zaten...

Not 10: Görüyorum ki, dünya gerçekten yuvarlakmış ve fırıldak gibi de dönüyormuş. (KEMAL TAHİR / Kurt Kanunu)

Not 11: Yıllardır adeta tek başıma bu şekilde EYT ile kimse emekli maaşı bile alamayacak diye feryat edip durdum. Kimse dinlemedi tabii.
Şu anda Türkiye’de nerede ise her 1 çalışan 1 emekliye bakıyor. Bu oran en az 4 olmalıydı ama yok...
Emekli dernekleri hala emeklilik peşinde koşuyor.
Ama kimse emeklilikte adalet gelsin peşinde koşmuyor.
Olan kime oldu biliyor musunuz? İleri yaş gruplarına.
Eskiden emeklilikte evine ekmek getirebilen, biraz da olsa geçinebilenlerin bu hayatı adeta bitti. Ne yeniden çalışabiliyorlar ne de geçinebiliyorlar.
Ülke ekonomisi zaten çöküyor; bir de buna 40’lı yaşlarda emekliliği eklediğimizde ve de geriden de nüfus gelmediğine göre ilerleyen yıllarda başınızın çaresine bakın demek kalıyor.
5-10 yıl sonra hele de şimdiki erken emekliler yaşlanınca kimse maaş bile alamayacak. Bilesiniz...

Not 12: Ülkemizde karmaşık veya uzun yazılı metinleri okuyup çok yönlü ve derinlemesine öğrenebilen, yorumlayıp analiz edebilen, iyi derecede problem çözme becerisine sahip kişilerin toplam nüfus içindeki oranı %3!
Sadece %3!..

Çünkü uzun cümleler, paragraflar, sayılar, tablolar, grafikler görenler okumayı hemen bırakıyor.
Ekonomi, adalet, eğitim ve ahlak başta olmak üzere bir çok farklı sahada yaşadığımız problemlerin kökeninde bu tablo var!
Nüfusumuzun mühim bir kısmı okuduğunu anlamıyor, hesap kitap yapamıyor, sebep sonuç ilişkisini kuramıyor, problemlerle karşılaştığında apışıp kalıyor.
Ülkemizin bir türlü gelişememesinin, toparlanamamasının, bir reformasyon sürecine girememesinin en önemli sebeplerinden biri bu.
Bu acı verici gerçekle yüzleşmek ve buna bir çare bulmak zorundayız.

Not 13: Herkesin kendi meşrebine göre bir mevsim tutkusu vardır elbette fakat ben çocukluğumda onca üşümüşlüğüme, soğuktan ellerimin yanıp yüzümün kavruklaşmasına rağmen kışta kamçılayıcı bir yaşama neşesi buluyorum. Hatta diyorum ki çalışma fikri insana kıştan gelir. İçimizdeki tatlı tembelliğe karşı tabiatın bize çalışma şevki aşılaması ve varlığımızın neşvesi yapmasını kendime yakın sayıyorum. Soğuğunda insanın sürekli canını yakan bir taraf hep var kışın. Sıcak kadar soğuk da insanı perişan eder fakat her zaman kış daha çok yaşama imkânı barındırır sanki. Diyeceğim mevsimlerin çocuğu kıştır. Filozofu da odur. Bünyesindeki bitmez çocuksuluk da o eşsiz saflığından gelir. Bırakın çocukları, kar yağıp da her yeri kapladığında en azından kartopu yapıp arkadaşına fırlatmaktan ya da yokuş aşağı kayma hissinden pek az kişi kurtarabilir kendini. O adil ve tertemiz örtüsüyle kar şekiller kadar zamanı, sesler kadar duyguları da eşitler.

Gelip geçen şeylerin arasında ruhumuza ebediliğin şekilsiz dokunuşunu sunduğundan olacak bugünlerde kar beklentisiyle doluyum. Biliyorum şimdi Anadolu’da pek çok şehir kar altında. Süphan çoktan onunla gönendi. Gevaş’a bir kış levhası karakteri veren Artos bütün görkemiyle kar tozlarını savuruyordur. Eğer gönlü olur da İzmir’e  konuk gelirse kar Hataydan Fahrettin Altaya oradan İnciraltı kumsalına  kadar yürüyüp denize bakacağım. Belki yol boyunca rastlayacağım mahalle manavının tezgahında çocukluktan kopup gelmiş kokular bulacağım. Az şey midir şu hayatta bir portakalı yanağa değdirdikten sonra koklayıvermek. Ya da bir mandalinayı kulağa yaklaştırıp narin sökülüşlerle soyuvermek? O seslerdeki kar sesini duyuvermek?

Not 14: Her yerde belediye başkanları yarışırken İstanbul’da (İmamoğlu bu durumu tercih etmese de) rejim ve ona karşı olanlar mücadele edecek..

Not 15: CHP’nin “Anayasaya sahip çıkmak için” 14 Ocak’ta her vatandaşı Tandoğan’a çağırdığı miting, “CHP’nin mitingi” olmaktan öte anlam taşıyor. Kendisini muhalif gören herkes için örgütlenme, örgütleme ve memleketin geleceğine sahip çıkma fırsatı! Daha doğrusu görevi!
Seçime dair de “kazanabiliriz” duygusunun yaratılabileceği bir adım!

Not 16: Sadece Kılıçdaroğlu’nu değil genel olarak CHP’yi önceki seçim yenilgisinin “günah keçisi” ilan eden Akşener’in İyi Partisi yerel seçimlere “hür ve müstakil”, yani kendi başına gireceğini açıkladı. Hiçbir önemi kalmayan ve büyük olasılıkla bir tanesi bile seçilemeyecek olan adaylarını açıklamaya başladı. Henüz açıklamadığı Ankara ve İstanbul adaylarını hâlâ pazarlık kozu olarak elinde tutuyor, ama bu partinin kapısına dayandığı şey artık adaylar ve pazarlıklar değil, varlık-yokluk sorunu. Kendi kendisini dağıtıyor!

Not 17: AKP’nin belediye başkan adayları da hoş mu ilginç mi demek lazım bilinmez, ama tam da AKP’ye uygun ve bu partinin tutum ve yaklaşımlarının göstergeleri.

İki adayı akçeli işlerle ilgili transferleriyle tanınıyor. Eskişehir adayı, eski İyi Partili zengin kapitalist, şirketine yüklü teşviklerle yeni partisine adım atmıştı. Muğla adayı daha da enteresan. Hem politik kariyeri hem akçeli işleri bakımından. A. Ayaydın Çiller’in DYP’sinden milletvekili adayı olarak politikaya atılmış, seçilememiş, bir seçim dönemi sonra bu kez rakibi ANAP’tan vekil olmuştu. Sonra CHP’li oldu, milletvekili seçilmekle kalmadı, Kılıçdaroğlu’nun başdanışmanlarından biri olarak temayüz etti. Önce kızı AKP’den vekil oldu, şimdi kendi belediye başkanı adayı. 2023 ocağında Bodrum’daki villasının müştemilatı orman içinde kaldığı için yıkılması gerekirken, özel bir cumhurbaşkanlığı kararıyla 117 metrekarelik alanın orman olmadığı bildirilmiş ve yıkıma gerek kalmamıştı!
CHP’nin müteahhit İstanbul adayının karşısına ise, AKP, Murat Kurum’u çıkarmayı uygun gördü. Kurum, en az Eskişehir ve Muğla adayları kadar ilginç. Aday olarak açıkladığına bakılırsa AKP’ye göre önemli üstünlükleri olan bir kişi, halk açısındansa tam bir sorun.
Kurum, eski bir bakan. Bir önceki dönemin çevre ve şehircilik bakanı.  Hemen tümü kapitalist patronlardan oluşturulmuş Erdoğan’ın 2. dönem kabinesinin patronluktan gelmeyen ender bakanlarından. Bürokrasi kökenli. Ama öyle böyle bir bürokrat değil. Yerli ve uluslararası sermaye ile fazlasıyla içli-dışlı olan ve kısa ömrüne çok iş sığdıranlardan. Ne tür “işler” bunlar?
Kurum, 2005’te, AKP’nin başlıca dayanaklarından olan toplu konut ve inşaat işlerini yürüten ünlü TOKİ’ye girdi. Bir yıl içinde, olağanüstü yetkilere sahip olan Sayıştay denetimi dışındaki bu kurumun Uygulama Dairesinin Avrupa Yakası Şube müdürü oldu. “Başarıları”, onu 2 yıl içinde, TOKİ iştiraki olan Emlak Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ’nin genel müdürlüğüne taşıdı. Her kula nasip olmayacak biçimde 9 yıl genel müdürlük yaptı. AKP’nin GYO’ya tanıdığı vergi muafiyetleriyle iyice palazlandırılan şirket, önce yüzde 25’i, sonra yüzde 51’i başta yabancılara satılarak özelleştirildi. 2018 krizinde Kurum’la İslami tahviller çıkarıldı ve Emlak GYO müteahhitlerin elinde biriken stokları eritme görevini üstlendi. Kurum, bakanlığındaysa, 24 milyarlık deprem ihalelerini yandaş müteahhitlere dağıtmakla ünlendi. Şimdi İstanbul’un “Stoklarını eritmeye” talip!

Halk, yediği, içtiği kendisine hiç benzemeyen bu adaylarla ne yapsın!

Not 18: Faiz konusunda dünya yanlış yapıyor. Biz alasını yapıyoruz. Eksi reel faiz ile bankalara ve devlete ilave bir enflasyon vergisi veriyoruz.
Dünya finans piyasası bilerek, ABD de “FED faizi ne zaman ne kadar indirecek?” tartışması yaratıyor. ABD’de yıllık TÜFE yüzde 3,1, iki yıllık tahvil faizi ise 4,385’tir. Bu durumda reel faiz oranı 1,25’tir. Bankalar, borsa, bitcoin eksi reel faiz istiyor. Ama bu hesap hem bankaları suni teneffüse zorluyor, hem de piyasada kırılganlık artıyor.
Bu nedenledir ki, faizlerle en çok oynayan bir Türkiye dünyanın en kırılgan ülkesi olarak ilan edildi.
Eksi reel faiz tasarruf sahibi açısından, bir mal sahibine, binana kira alma üstüne de kira ver demek gibi bir şeydir. Türkiye’de yüzde 64,77 enflasyon varken, kiraların yüzde 25’te tutulması da benzer bir uygulamadır.

Not 19: Altının değer kazanmasının temel nedeni banknotlara olan güvenin düşmesidir. Dünyada savaşların artması da bu süreci hızlandırdı. Bu nedenle IMF de yeni bir sepet ve bu sepete bağlı Dünya para birimi oluşturmak istiyor. Bazı bankalar kripto para formülünü tartışıyor. Merkez bankaları da aynı nedenlerle rezervlerinde altın miktarını artırmak istiyor. Altına talep artıyor ve değer kazanıyor.

Not 20: Şimdi yeni bir seçim dönemi başladı, önümüzdeki 3 ay boyunca yine rezilliklerle dolu bir siyasi süreç izleyeceğiz. Tüm bu siyasi çekişmenin arasında kalan da bıkan da bıktırılan da yine halk olacak.
Anayasasında Cumhuriyet yazan ülkede, sokaklarda birileri hilafet çağrısı yapıyor. Cumhuriyet savcısı, idam cezasının getirilmesi gerektiğinden bahsediyor. Yargı sistemi, geri döndürülemez şekilde yıpratılıyor. Ekonomi, tüm çabalara rağmen, tek başına bu alandaki çabayla elbette ki düzelemiyor. Akılcılık, ilim ve fen yol gösterici olmaktan çoktan çıkmış; eğitimde, tarikatlardan medet umuluyor. Toplum kutuplaştırılmış. Üniversiteler niteliksizleştirilmiş. Nereye el atılsa, kara para, mafya vs. çıkıyor, kanunsuzluk her tarafa yayılmış…
Söyleyecek, sayacak öyle çok olumsuzluk var ki…
İleri gidelim diye umarken, bir adım öne, on adım geriye atıyoruz sanki.
Hâl bu olunca, hep aynı konuları konuşup duruyoruz.

Not 21: Son yerel seçimde, Binali Yıldırım’ın aday olarak yeterince ikna edici görünmediği fark edilince, diğer kent ve kasabaları ihmal etme pahasına, son bir ayın önemli bir bölümünü İstanbul’a ayırmış, her gün bir ilçesini gezip yurttaşlarla bire bir ilişki kurarak ve “Unutmayın, oyunuzu bana vereceksiniz” temasını işleyerek geçirmişti Tayyip Erdoğan. 
O seçimde kazanmak için bu söylem yetmemişti.
Bir dostum duyurdu: Ekrem İmamoğlu’nun karşısına rakip olarak AK Parti en zayıf adayı çıkarmış oldu. 
İstanbul’u yeniden kazanmak ve AK Parti’nin geleceği için daha uygun aday hiç kuşkusuz Selçuk Bayraktar’dı. 
Acaba o kendisi istemediği için mi aday gösterilmedi, yoksa kim aday gösterilirse gösterilsin İstanbul’un AK Parti tarafından kazanılamayacağı kamuoyu yoklamalarına yansıdığından, yola başarısızlıkla başlaması istenmediği için mi?

Not 22: AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında İstanbul’un nüfusu 10 milyon 18 bin 735’ti. 20 yılda nüfusu neredeyse ikiye katlanan başka büyük metropol dünyada yok.
Sebebi açık: “Taşı toprağı altın” gözüyle bakıldığı için, yaşadığı köy, kasaba ve küçük ilde beklediklerini bulamayan herkes, tasını tarağını toplayıp İstanbul’a taşınıyor.
[Bu eğilim son yıllarda değişmiş, İstanbul’da aradıklarını bulamayanlar, geçim sıkıntısı çekmeye başlayanlar köy, kasaba ve illerine dönüyor olabilir.]
İstanbul siyaset açısından da çok önemli. İstanbul büyükşehir belediye başkanı olan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olabiliyor. Tayyip Erdoğan bunu ispatladı, Ekrem İmamoğlu da aynı yolda.
Yeni seçilecek başkana da -tabii İmamoğlu olamaz ve AK Partili biri seçilirse- aynı gözle bakılacak.
Ara sorum var: Murat Kurum sizce seçilirse aynı yolun yolcusu olabilecek biri mi? 

Not 23: Seni dağladılar değil mi kalbim,
Her yanın, içi su dolu kabarcık..

Not 24: Ocak ayında fiyatlar kol boyunda artıyor.
Bakalım TÜIK ne çıkaracak.

Not 25: Murat Kurum'un adaylığının nedeni Kanal İstanbul projesi olabilir.
Zamanlaması da tesadüf değil. 2024’te deprem sonrası hareketlenme bitecek, 2025 ile birlikte inşaat sektörü sert daralmaya geçecektir.
Bu durgunluğu önlemek için Kanal İstanbul devreye alınabilir.

Not 26: Dünya milliyetçi/ulusalcı korunma refleksine girmişken, en çok göç alan ve en hızlı fakirleşen ülkede ümmetçi, hümanist edebiyat fazla çalışmaz. 

Konu parti/kişiye özel değil, birini daha boğdurarak çözülmez. 

Vakit sandığınızdan da geç.

Not 27:  Sadece şu soruya doğru cevap verebilenler oy kullanabilseydi gelecek seçimde CB adayı olurdum. 

Adamın biri bir dükkanın kasasından 100$ para çalar. Sonra aynı dükkandan 70$lık ürün alır, çaldığı 100$ı verir ve 30$ para üstü alır. Dükkan toplamda ne kadar para kaybetmiştir?

Not 28: Anayasa Mahkemesi: Erişim engeli veya içerikten çıkarma kararı verilmesi basın ve ifade özgürlüğüne ağır bir müdahaledir.

Not 29: Bir ekonomide 'bugün alayım yarın bu fiyata bulamam' düşüncesiyle tüketim artarken, üretim iki yıldır yerinde sayıyorsa bu işte bir terslik var demektir. Stokların azalması üretimle tüketim artışı arasındaki farkın bir kısmını açıklayabilir. Mevcut konjonktürde enflasyon beklentileri kırılmadığı ve kredilerde sert bir fren olmadığı sürece ithalat talebi azalmayacaktır.

Not 30: Aday adayları içinde siyasi kariyeri olan tek isim Tevfik Göksu’ydu. Milli Görüş’ten yetişmiş, eski fotoğraflarda olan, hep siyasetin içinde kalmış, siyasi tartışmalara girmiş, en son 2019 Yerel seçimlerinde de İmamoğlu ile polemikler yapmış, seçimin ardından belediye meclisinde AK Parti’nin sözcülüğünü yapmış bir isimdi.
Ama anketler onun aday olmasını sağlamadı. Çünkü siyasete girdikçe ve pozisyon aldıkça yara da almıştı. Kutuplaşmış bir ülkede siyasi tartışmalarda taraf olmak insanı yıpratıyor.
Peki, bizzat kendisi siyasetin çekirdeğinden gelmiş Erdoğan’ın İstanbul için aralarında tercih yaptığı adaylar neden siyaset değil de bürokrasi kökenliydi?
Çünkü AK Parti, uzun bir süredir artık devletle iç içe geçmiş bir parti.
Valiler, bürokratlar, emniyet müdürleri hatta Genelkurmay Başkanları siyasileşti. Parti kadrolarıyla, bürokrasi kadroları birbirine karıştı.
Özgürce siyaset yapma, konuşma tekeli sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’da olunca, diğer siyasilerin profilleri silikleşti.
Onlar istenenleri yapan, kendi iradeleri olmayan, yanlış şeyleri de savunmak zorunda kalan isimlere döndüler. Karizmaları sarsıldı.
Siyasi tartışmalarda taraf olmayan, sadece işlerini yapan siyaset dışı kadrolar içinse bu siyasi renksizlik bir avantaja dönüştü.
Sadece işlerini yaptılar, hiçbir tartışmaya girmeyerek itibarlarını, popülerliklerini korumaya çalıştılar. “Sadece işini yapan adam” olmak övgü aldı.
Böyle bir demokraside Belediye Başkanlığı da siyasi bir pozisyon olmaktan çıkıp, iş yapacak adamların arandığı teknik bir pozisyona dönüştü.
En azından AK Parti için.
Ama işte o teknik pozisyona ulaşmak için önde aşılması gereken küçük bir engel var: Seçimleri kazanmak….
O da siyaset yapmadan yapılamayacak bir iş. Polemiklere girmeli, her an size fikirleriniz sorulduğunda verecek cevaplarınız olmalı, bu cevapları verirken siyasi hata yapmamalı, referansları ve mesajları yerinde kullanmalısınız.
Sadece arada “kutlu dava”, “Kudüs, Saraybosna” diyerek kapatılamayacak bir açık bu.
Bakalım Murat Kurum, bu üç aylık siyasi sınavı nasıl geçecek?
Özellikle de karşısında da siyasetten gelmiş, her şeyiyle siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu varken.
“Ben siyasetle ilgilenmiyorum, polemik yapmayacağım, ben proje adamıyım” diyerek siyaset yapılabilir mi? seçim kazanılabilir mi göreceğiz.
AK Parti’nin kendini hapsettiği siyasetsizlik kıskacında isim listeleri her seferinde daha kısalacak, devletleşme, bürokratlaşma sürdükçe de siyasi profilleri yüksek isimler yetişmeyecek, öne çıkmayacak ve geriye düşecek.
Bir siyasi parti için siyasetsizlikten daha büyük tehlike olabilir mi?

Not 31: Bugüne kadar görmediğimiz bir şekilde yüksek mahkemelerimiz birbiri ile kavgalı ve siyasilerimiz de bu ateşe benzin taşıyor.
En son RTÜK’ün keyfi yayın durdurma cezasının yargıdan dönmemesi bile yeterince manidar. “Altı üstü bir diziye verilen ceza, ne olacak ki?” dediğimiz sürece doğru yolu bulamayacağımız çok açık.
İlkelerin doğru çalışmadığı bir toplumda neler olabileceğini geçmiş bize zaten fazlası ile gösteriyor.
Burada tekrar tekrar yazmaya gerek yok…
Allah siyasilerimize sadece anlık başarıların değil; Türkiye’nin geleceğinin, çocuklarımızın birbirleri ile muhabbetlerinin de önemli olduğunu inşallah unutturmaz.
Önümüzde bir seçim var. Bakalım toplumu birkaç koltuk fazla kazanabilmek için daha ne kadar gerecekler hep birlikte göreceğiz.
Lütfen, yazık etmeyelim çocuklarımıza!..

Not 32: Nietzsche’nin güzel bir sözü var.  Diyor ki “Canavarlarla savaşan kişi, bu süreçte bir canavara dönüşmemesine dikkat etmelidir. Uçuruma uzun süre baktığında uçurum da sana bakar.”

Ülke maalesef tedrici olarak her bir farklı vatandaşını gadre uğratmış, incitmiş, zarar vermiş bir ülke. Güç kimin eline geçtiyse başlarda ortak bir demokrasi vaadi de olsa bir süre sonra kendi tebaasının öncüllüğüne soyundu. Bir zaman en çok mağdur edilen muhafazakâr kadın tipolojisi dahi gücün ibresi kendi tarafına döndüğünde kendisi gibi düşünmeyen diğer muhafazakâr bireye hakaret edebilecek, aşağılayabilecek gücü kendisinde gördü. Demek ki ortada total bir ahlaktan değil, Makyavellist bir bencillikten söz ediyoruz. Edelim.

Halep oradaysa arşın burada. Kötülük bireye ait bir kavram olsa da bir araya gelindiğinde organize bir hale dönüşür. Her birimiz bunu zaman zaman müşahede de ettik.