Bir fıkra ile başlayayım
Babasından kalan büyük bir mirası har vurup harman savuran birisi, elinde avucunda hiçbir şey kalmayınca Nasreddin Hoca’ya dert yanmış:
– “Hâlim çok kötü. Neredeyse dileneceğim. Derdime bir çare bul Hocam” demiş.
– “Merak etme evlât” demiş Hoca, “Yakında bu dertten kurtulacaksın.” 
Mirasyedi heyecanlanmış:
– “Yine zengin mi olacağım, Hocam ?”
– “Hayır, evlâdım” demiş Hoca, “Züğürtlüğe alışacaksın.“

İğneden ipliğe gelen zamların hatırlattığı bir fıkra bu. Lükse zenginliğe alışmak kolayda fakirliğe alışmak zor. Allah kimseyi attan indirip eşeğe bindirmesin.

Zamlar ücretlilerin cebine giren parayı yuttu çoktan. 
Daha bu işin enflasyonu var, bir tur, belki birkaç tur daha gelecek yeni zamlar var, kur artışı, bazıları kabul etmese de kur geçişkenliği var… 
Var da var yani. 

Evet, durum can yakıcı bir sarmala dönüştü. Halkın geniş kitleleri için daha zor günler kapıda. Umuyorumki zor günlerin yüklerinin bir kısmı ülkenin zenginlerinden servet vergisi yoluyla tahsil edilir. Hakça bölüşüm şart. Varsıl ya da servet vergisi bir şekilde uygulanmalı. Şimdi uygulanmayacaksa ne zaman uygulanacak?

Büyük sermaye sahipleri bu taşın altına elinizi koymak zorundasınız yoksa zorla koymak durumunda kalacaksınız.

Ak Partili Külünk’ün sosyal medyada 1,2 milyonu aşan paylaşımına katılıyorum, ne diyordu; “Türkiye’nin ilk 50.000 ve 100.000 zenginini göreve davet ediyoruz. Çıkın ve Sayın Cumhurbaşkanımıza seslenin. ‘Bu süreçte biz de servet sahipleri olarak içinden geçtiğimiz zorlu süreçte devletimizin zarar almadan süreci yönetilebilmesi için vergi talep ediyoruz’ deyin.”

Anlayacağınız göçtü kervan kaldık dağlar başında.. Devleti ayakta tutmak için her yolu denemeye devam.

Türkiye giderek derinleşen ekonomik kriz yaşarken Körfez ülkelerinden aradığı desteği bulabilir mi peki?

Küçük bir hatırlatma yaparak başlayalım; geçtiğimiz haftalarda bazı haberlerde Suudi Arabistan ve BAE’nin Türkiye’de yatırım yapmakla ilgilendiğini ve piyasayı yakından izlediği  aktarılmıştı. Arkasında devlet desteği olması sebebiyle öncelikle Varlık Fonu bünyesindeki kuruluşlarla ilgilenen Körfez ülkeleri sağlık, ulaşım, medya gibi sektörleri de inceliyor. Bu arada, “Körfez ülkeleri Merkez Bankasına birkaç on milyar dolar yatırır” beklentisinde olanlar çok fena yanılıyor. Türkiye’deki kuruluşları ve sektörleri yakından izleyen Körfez ülkeleri, özellikle de BAE ve Suudi Arabistan, Türk lirasının dolar karşısında durulmasını, piyasaların sakinleşmesini ve yeni ekonomi politikasının belirginleşmesini istiyor. Bunlar gerçekleşmeden Türkiye’ye büyük yatırımlar yapmaları olası değil. Elbette burada devlet destekli Varlık Fonu bünyesindeki kuruluşları hariç tutmak gerekiyor ki, onların birkaçının satışı memleketi içinde bulunduğu krizden çıkarmaya yetmez gibi görünüyor. Zaten Türkiye’ye tek seferlik satışlar değil istihdam da yaratacak uzun vadeli yatırımlar gerekiyor. Ayrıca Körfez ülkeleri, Mısır gibi bölge ülkeleri dahil karşılıksız para vermeyeceklerini söylüyorlar.
Türkiye’nin elbette ve açıkça Körfez ülkelerine ihtiyacı var ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerek ki, Körfez ülkeleri de Türkiye’ye muhtaç.

Suudi Arabistan ve BAE ekonomilerini petrole bağımlılıktan kurtarmaya çalışıyor. Bu çerçevede Suudi Arabistan’ın 2030, BAE’nin 2025 vizyonları büyük bütçeli projelerle devam ediyor. İki ülkenin de hedefi farklı ekonomi kalemlerinde bölge merkezi olmak, Çin’den Avrupa’ya bütün dünyaya kara, hava ve deniz yoluyla bağlanmak, kültür ve turizm gelirlerini artırmak. Körfez ülkelerinin Avrupa’ya açılması için en güvenli hat Türkiye.

Son körfez seferinde 50 milyar dolarlık uzun vadeli yatırım anlaşmalarının yapılması Körfez ülkelerinin ilgisini gösteriyor şüphesiz. En önemli husus tabii, art arda imzalanan anlaşmalar pratikte uygulanacak mı?

Son söz: Sözün şiirlerin mükemmelidir, 
Senden başkasını seven delidir. 
Yüzün çiçeklerin en güzelidir, 
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi.
Sebahattin Ali

Not 1: Dünyaca ünlü ekonomistimiz Daron Acemoğlu geçen hafta -İskender Öksüz Hocamızın da okunmasını hararetle tavsiye ettiği- euronews röportajında, “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil” dedikten sonra bu yapısal problemlerin neler olduğunu açıklıyordu: “Yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye yeterince yatırım yapılmaması, eğitimin durumu, kurumların kötüleşmesi…” diyerek.
Peki, bu yapısal problemler niye ortaya çıkıyor? Hadi yolsuzluğu anladık, işin içinde para var. Hukuk milletin parasını koruyamıyorsa, siz de helal haram dinlemiyorsanız anlaşılır bir sonuç. Tamam da diğer alanlarda bozulmaya neden izin veriliyor? Kurumların çökmesinde, eğitime boş verilmesinde, yönetimde rasyonalitenin kapı dışarı edilmesinde kimin menfaati var?

Aradığımız cevap galiba bütün bu sorunların birbiriyle bağlantılı olmasında. Hepsinin bileşik kaplar gibi çalışmasında.
Görüyoruz ki bir kurumda yolsuzluk varsa o kurumda zaten iyi yönetim de olmuyor, liyakat da gözetilmiyor, kurumsal gelenekler de önemsenmiyor. Şu ya da bu sebeple devlet yönetiminde hukukun dışına çıkılınca yine diğer bütün olumsuzluklar hemen sökün ediveriyor. İpin ucu bir yerden kaçtı mı gerisi geliyor.
Zaten yolsuzluk, liyakatsizlik, keyfi yönetim, kurumların çürümesi vs. temel işlevleri itibarıyla aynı kapıya çıkıyor. Mesela liyakatsizlik de bir tür yolsuzluk. Hak edenin yerine hak etmeyeni getirince kurumların yozlaşması da rasyonaliteden kopuş da yolsuzluk da kendiliğinden beliriyor.

Not 2: Afganistan’dan çoban alıyoruz, Avrupa’ya doktor ve mühendis gönderiyoruz. Geçen yıl üç bin doktor yurtdışına gitmiş, bu yıl bu sayının dört bine ulaşması bekleniyormuş.
Burada tek mesele ekonomi değilse de neslinin en parlak zekaları arasından seçilen ve yıllarca okuyarak yetişen bir doktorun maaşıyla müstahdem maaşı arasında sembolik denebilecek bir fark var bugün.
Müstahdemin maaşı da açlık sınırının altında gerçi ama eğitimin, kariyerin, kişisel donanımın değersizleşmesi bambaşka bir sorun.
Dar gelirli vatandaş enflasyonun altında ezilmesin diye asgari ücrete sık sık zam yapıyorlar, sağ olsunlar.
Buna mukabil doktorun, mühendisin, mimarın maaşları veya esnafın kazancı aynı oranda artmadığı için eğitimli kalifiye çalışanın geliri her geçen gün asgari ücrete biraz daha yaklaşıyor.
Türkiye’deki “ortalama ücret” 2006’da asgari ücretin iki katıydı. Bugün aradaki fark yüzde 5 civarında. Demek ki Türk toplumunun bir orta sınıfı yok artık. Küçük bir zenginler zümresi var, bir de geri kalan yoksullar.
Son dönemde uygulanan politikalar hepimizi yoksullukta eşitledi. Bu politikaların arkasında toplumun orta sınıfını teşkil eden eğitimli seçkinleri hor gören bir anlayış mı var? Buna ihtimal vermek çok abartılı bir komploculuk olur ama netice itibariyle böyle bir kuşkuya yol açıldığı da ortada.

İşin gerçeği, bizim toplum olarak eğitime de eğitimli zümrelere de bir süredir eskisi kadar sıcaklık hissetmiyor oluşumuz belki. Baksanıza, dünyada öğretmenlerinin aldığı ücret en düşük seviyede olan ülkeler arasındayız. Eğitim konusunu önemseme seviyemiz bu.

Not 3: Hazine arazisini gasp edip üstüne bina diken vatandaşın ne kendisi yaptığının hırsızlık olduğunu aklına getiriyor ne de başkaları “Burada benim de hakkım var” diye düşünüyor. Çünkü modernite öncesi asırlardan bugüne taşıdığımız devleti bir ailenin mülkü sayma anlayışına göre millet değil, devleti yönetenler devletin sahibidir. Devlet bizim millet olarak sahip olduğumuz ortak hukuk çatısı değildir. Zaten burada millet yoktur, birbirine düşman veya rakip gruplar vardır.
Ve böyle bir toplumda siyaset, devleti “onların” mı “bizimkilerin” mi ele geçireceğine ilişkin bir mücadele demektir.
Bu yaklaşım dolayısıyla hukukun üstünlüğü veya kanun hakimiyeti kavramlarına da aşinalığımız pek yok.

Parayı veren düdüğü çalıyor. Mühür kimdeyse Süleyman o oluyor. Bu çifte standart yolsuzluğu da hukuksuzluğu da kurumsal çürümeyi de mümkün hale getiriyor. “Yapısal problem”lerin yolu işte böyle açılıyor.

 Not 4: Canı yananları susturmak için de ortalığa şöyle bir laf saldılar: Kim olsa yapacaktı!
Tam Peyami Safa'lık. Rahmetli duysa "kim olsa yapacaktı diye bir belâ-fikir var", yazısı da döşenirdi.
Dışarıdan fikirmiş gibi görünüyor, içi tevil götürmez zırva.
AK Parti'den başka kim gelse enkaz devraldığını söyleyebilirdi. AK Parti'ye de enkaz devralmaktan şikayet hakkı verir mi peki bu?
Kim gelse vergilere zam yapacaktı, doğru. Ama Türkiye Yüzyılı başlattığını, ekonomiyi şahlandırdığını iddia ederken zam üstüne zam yağdıran, sadece AK Parti.

O cümleyi, kim gelse kurabilirdi. Millete, ekonomiyi uçuracaklarını vaat edenler hariç.
Başkasının hakkı olurdu fakat yanlış politikalarla göz göre göre ekonomiyi bu hale düşürenlerin, "kim olsa zam yapacaktı" demeye hakkı yok, yüzü de olmamalı.

Hem kim yapsa utana sıkıla bu zamları yapacaktı. Böyle gerine gerine değil.

Not 5: Seçimden sonra CHP yönetiminin yapamadığı özeleştiri ve İYİ Parti’nin ortaklıklarla ilgili geliştirdiği söylemlerden memnun olan herhangi bir ittifak destekçisi var mı bilmiyorum.
Diğer taraftan Gelecek, Deva, Saadet ve Demokrat partilerinin mecliste ortak bir “grup kuramama çalışmaları”nın yarattığı “acıklı” durumu hayal kırıklığı içinde izledik.
Muhtemelen Türkiye’nin verilmiş sadakası varmış diyen tek kişi ben değilimdir.

Not 6: On yıl önce motorinin Türkiye’deki litre fiyatı 2,56 dolardı yani bugünkü kurlarla 67 TL. Avrupa’nın en pahalı akaryakıtını kullandığımız dönemde sesi çıkmayanlar bugün “biz Avrupalılar kadar kazanamıyoruz ki akaryakıta o kadar para ödeyelim” diyorlar.
Bu cümle eleştirilmeye değmez ve şöyle cevap verilebilir “biz Avrupalılar kadar üretemiyoruz ki onlar kadar tüketme hakkımız olsun.”
Bugün hala Avrupa’nın en ucuz akaryakıtını biz tüketiyoruz. Ne hakla.
Akaryakıt tüketimini ve (yüzde 85’i ithal olan) otomobil satışlarını azaltacak her önlem, toplumumuzun uzun vadeli çıkarları için bir zorunluluktur.
Dün bütçe rakamları açıklandı. Bütçe giderleri bazı problemler içeriyor fakat ekonomi yönetimi bu sorunları önceden görüp tedbir aldığı için üzerinde durmaya gerek yok kanaatindeyim ve bütçe açığı bir şekilde dengelenecektir, korkulacak bir şey yok.

Not 7: Körfez parası hesapsızca gelir diye bir algı var. Değil tabii. Körfez’in küresel yatırım ve finansal tecrübesi çok fark attı. Onlar da artık Batılılar gibi güvenceler ve garantiler istiyor. Ucuza kapatıp yüksek kara ulaşamayacaklarsa gelmezler. Türk lirasındaki değer kaybı onlar için cazibeyi artıran bir veri. Kalifiye ve ucuz iş gücünün yanı sıra 85 milyonluk büyük bir iç pazar. Avrupa pazarlarına erişimde coğrafi kolaylık. Her biri önemli. Fakat kimse çöpe atar gibi parasını puslu bir geleceğe bırakmaz. Garantiler eşliğinde kazanmaya geliyorlar, kaldırabilecekleri kadar kaldırmaya… 

Not 8: Başkalarının günahları bizi aziz kılmaz..

Not 9: Soğuk Savaş (1945–1990) duyuların köreldiği ve av köpeklerinin kendi cinsleriyle övünmelerinin yadırganmadığı bir zamandı. Küreselleşme (1990- ) ise köpeklere, efendi seçme fırsatının bile verilmediği, köpeklerin yiyecekleri yüzünden serbestçe yarıştırıldığı bir dönemi başlattı.

Not 10: Benzine gelen zam o kadar da kötü bir şey değil. Sıcak yaz günlerinde hepimiz mayışmış, uyuz uyuz oturuyorduk. Bu sayede hayatımıza heyecan geldi, öfkelenerek vücudumuza enerji depoladık, dost meclislerinde hararetli hararetli konuşacak yeni bir mevzumuz oldu. Biraz kıymet bilin!

Not 11: Küresel yozlaşmanın hüküm-ferma olduğu günümüzde “değer bilme” kavramının içi ne derecede boşaltıldıysa değersizlik o derecede “geçer akçe” konumu ka­zandı. Artık global zihniyetin parolasını “Tedavülde Kala­bilmek İçin Değerden Arınma” ibaresiyle dile getirsek ye­ridir.

Not 12: Seks ve cinselliğin içi hızla boşaltılıyor. Eski zamanlarda bir yetişkinin tüm hayatı boyunca kurabileceği kadar ilişkiyi birkaç haftada kurmak mümkün oluyor. Kullan at ilişkiler gitgide yaygınlaşıyor. Akışkan modern dünyada her şey büyük bir hızla dönüşüyor. İnsan ilişkilerinde, özellikle ikili ilişkilerde kökten değişimler yaşanıyor. Akışkan modern dünyanın bireylerinin hayallerini süsleyen aşk gitgide ulaşması güç bir ideal haline geliyor. Akışkan aşk çağında aşkı bulmak ve elinde tutmak oldukça zorlaşıyor.

Not 13: ‘Burada benim dışımda herkes çok mutlu, bir ben değilim’ dedi öğrenci. ‘Çünkü iyiliği ve güzelliği her yerde görmeyi öğrendiler’ dedi üstat. ‘Ben niye iyiliği ve güzelliği her yerde göremiyorum?’ diye sordu öğrenci.’ ‘Çünkü’ dedi üstat, ‘içinde göremediğin şeyi dışarıda hiç göremezsin.’

Not 14: Herkesin bir şeyler tırtıkladığı bir sofrada o da kendi payını ister. Böylece ahlâk yine yoksullara kalır. “Bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben / Ben gittim daha az geçilmişinden / ve bütün fark yaratan da bu oldu işte” diyordu Robert Frost. Gidilmeyen yolun hayaleti bizi avlamaya devam ediyor. İçinde yaşadığımız politik çağ, imgenin hakikati öncelediği, samimiyetin aşındığı, kişinin duyarlı ve bütünlüklü bir benlik anlatısını geliştirmesinin giderek zorlaştığı, benliğin bir menfaat kovuğundan diğerine kona geldiği bir sığlık ve yüzeysellik dönemi olarak kayıtlara geçiyor. Renata Salecl’in söylediği gibi, artık “toplumsal adaletsizliğe karşı mücadelenin yerini, yoksulluktan duyulan utanç ve ekonomik başarı merdiveninde daha yukarı çıkamamaktan duyulan suçluluk duygusu aldı”. ‘Önceden ne idiysem şimdi oyum’ yerine, yaptığım seçim yoluyla, ‘şimdi neysem o olacağım’ diyoruz. Gidilmeyen veya az seçilen yol, yine rindlere, şuara ve fukaraya kalıyor.

Not 15: ‘İki mahkum hücre duvarına tıklayarak birbiriyle haberleşir. Onları ayıran duvar, aynı zamanda haberleşme vasıtalarıdır. Her ayrılık, bir bağdır’ demiş Simone Weil, ne güzel söylemiş. Bizi ayırdığını düşündüğümüz her şey belki de birbirimize sesimizi duyurabilmemizin bir vasıtası. Eğer aynı zindanın mahkumları olduğumuzu fark edebildiysek. Cehennem kimsenin diğerini anlamadığı yerdir, hayır cehennem başkaları değil, başkasının hiç olmadığı yerdir. Tıklayacak bir zindan duvarının olmadığı, ötekinin seni işittiğine dair en ufak bir malumata sahip olmadığın yer. Hallac-ı Mansur’a atfedilen bir sözde söylendiği gibi, ‘Cehennem, acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir’.

Not 16: “Bizim içtiğimiz şarap, içilmemesi günah olandı” diyor İbn Fariz. Fuzulî üstadımız feryad ediyor: “Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir / ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir”. O halde gezdir kadehi sâkî, ruhlarımızı yağmur duasına çıkardık madem, yüzümüzü yare döndük, indikçe derinlere başımız dönsün.

Not 17: Dünya birbirini arayan ruhlarla dolu. İki satır konuşabileceğimiz, gülüşün ve hüznün kıvrımlarında birlikte kaybolacağımız sahici insana susamış durumdayız. Göğe aynı aşkla bakabileceğimiz, etten ve kemikten olduğu kadar acıdan ve gerçekten yapılma soylu ruh arkadaşları. Onunla yürürken ve ona yürürken kaybolmaktan korkmadığımız, kalplerini kendimize pusula bellediğimiz, maceramızı yüzlerinde seyrettiğimiz, hayatlarını birbirimize tanık kıldığımız dostlar. Şu kalabalık dünyada ancak birbirimize iltica etmekle serinlediğimiz yol ehli. Kalbini dosta açan, mucizelere de açar.

Not 18: Aileyi bir arada tutan şey yakınlıktır. Menfaatsiz, teklifsiz, hesapsız, maskesiz, sadece kendi olmanın tatlı huzuru. Ev yuva olmaktan çıkarılıp bir eğlence merkezine veya bir pansiyona dönüştüğünde, herkesin başının çaresine bakması gerekecektir. Soğuyan insan ilişkileri aileyi de muhasara altına almış bulunuyor ama yapmamız gereken, geçmişin yasını tutmak yerine, insan olmanın özüne sadık kalmak. Bu da evi yeniden sıcak bir yuva olarak tesis edebilmekle olur. Yani elektronik aletleri, bizi dış dünyanın keşmekeşine açan ve ruhlarımızı her türlü istilaya hazır hale getiren ekranları kapatarak, birbirimizin gözlerinin içine bakabilmekle. Dış dünyanın kaosunu, kendi içimizde,  evin sıcaklığı ve samimiyetiyle bir nebze söndürebiliriz.

Not 19: Saint-Exupery çok sevdiğim bir bilge yazar, şöyle söyler: ‘Hayat bize aşkın birbirimizin gözlerinin içine bakmak değil, birlikte dışarı aynı yöne bakmak olduğunu öğretir’. Evlilik terapisti Gottman çiftleri yıllarca izledikten sonra boşanmayla sonuçlanan evlilik etkileşimlerini dört ana başlık altında özetlemiştir. Çatışma zamanlarında eşlerin birbirine karşı gösterdiği dört temel olumsuz tutum, yani ‘dört atlı’ şunlar:  Aşağılama, eleştiri, savunmacılık veya duvar örme. Bu dört atlı, bir bakıma narsistik kişiliğin tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar sevdikleri kişiye şimdi saldıran veya onlardan uzaklaşan eşler, genellikle kendi ihtiyaçlarının artık karşılanmamasından mustariptir. Biz her zaman değişiyoruz ve aşk da aynı kalmıyor. Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sıcak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. Bir ağaç gibi derinlere kök salarken, dallarıyla gökyüzünü kucaklayan bireyler.

Not 20: Evlilik bağının bu kadar kolay çözünmesinin bir sebebi de tek bir ilişkiden artık çok şeyin bekleniyor olması. Toplumsal olarak parçalanmış bir dünyada sevgililer her şeyi yakın ilişkilerinden bekliyor. Çünkü şu kalpsiz dünyada bir sığınak kalmamıştır ve görünen son sığınak da aşk ve ailedir. Yüksek gerilim aileyi infilak ettiriyor. Olgun bir sevgi ilişkisi için sevgililerin birbiri içine geçtiği, eriyip tek kişi olduğu bir halden benliklerinin birbirinden ayrıştığı bir hale geçebilmek gerek. Öteki insanın farklı ihtiyaçları olabileceğini kabullenmekle olgun bir yakınlığın yolunda ilk adımı atarız.

Not 21: Bir evi yuva yapan, ocağında tüten muhabbettir. Güzellik, sıradan gerçekliği aşan yaşantılarda bize göz kırpar. Ruhun ebediyete kapı araladığı anlar, sevginin bizi güzelleştirmesine izin verdiğimiz anlardır. Bir evi yuva yapan, orada bulduğumuz güzelliktir. Demem o ki göz ve ruhlarımız birbirine değsin. Sonra omuzlarımız birbirine değsin de birlikte ufku seyredelim.

Not 22: Konuşmadaki bilgelik ve dinlemedeki kibarlık vasıtasıyla ruhun hazineleri ve kişideki ahlaki olgunluk açığa çıkar. 

Epiktetos

Not 23: Şimdi Türkiye’nin önünde iki yol var; ya ekonomide ve hukukta rasyonaliteye dönerek bütün demokratik ve kalkınmış dünya gibi kimsenin yardımına muhtaç olmadan sürdürülebilir şeffaf ve hesap verilebilir bir sistem inşa ederiz ya da bugün olduğu gibi Arap ülkelerinin himmetine muhtaç bir ülke olmaya devam ederiz.
İşte tam da buna itiraz ediyorum… Türkiye gibi ekonomik anlamda ciddi bir potansiyele ve yetişmiş dinamik insan gücüne sahip bir ülkenin önünde akla ve bilime dayalı çok daha kolay bir yol varken bunları elinin tersiyle itip, bütün enerjisini birkaç Arap ülkesinden para bulmaya harcaması doğrusu akla ziyan bir durum.
Düşünebiliyor musunuz, Maliye Bakanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı daha işe başlar başlamaz Katar, BAE ve Suudi Arabistan seyahatine çıkıyor ve oralardan finansal destek bulmaya çalışıyor. Ne kadar incitici ve iç acıtıcı bir durum… Bütün meselemiz bu mu yani?
Ama kabul edelim ki uluslararası camiada bütün saygınlığını yitirmiş, hukuki güvenilirliği kaybolmuş bir ülkenin başka bir çaresi de yok demektir. Eğer iktidar yeni söyleminde samimiyse, hiç zaman kaybetmeden bu fotoğrafı tersine çevirmek zorundadır. Aksi taktirde kendi değerli yalnızlığımızla baş başa kalıp halimize şükrederiz…

Not 24: Zamcılar diyor ki, iktidara kim gelse bu vergi zamlarını yapardı. Kaçınılmazmış gibi haklılaştırıyorlar.
Zamlar sonuç oysa. Zamları savunanlar, nedense sebepten bahsetmiyor.
Hava güneşliyken çatıyı onarmaya çağıran Mehmet Şimşek, 2018'de dinlense ekonomi buraya gelmezdi.
Zamanında alınmayan tedbirlerin acısı, 5 yıl sonra milletten çıkıyor.
Avrupa'da, ABD'de enflasyon; son bir yılın en düşük seviyesinde. Biz bu ay, temmuz enflasyonunda yüzyılın rekorunu bekliyoruz. Asrın enflasyonu, deniyor.
Hani onlar yanlış, biz doğruyduk; dünya artık bunu kabul ediyor, bizim dediğimize geliyordu!
Onların dediğine gelen biz olduk, Mehmet Şimşek'le rasyonel politikalara geri döndük ama iş, işten geçtikten sonra.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, zamlara neden katlanacağımızı şöyle açıkladı:
"Asrın felâketini yaşıyorsak asrın dayanışmasını da hep birlikte sergilemek durumundayız."
Deprem; asrın felâketiyse yıkımı da asrın yıkımı, sebebi de asrın ihmali olmaz mı?
Ekonomistler uyarıyordu; yanlış politikalarla kovanın dibini deldik, tanker tanker rezervi boşa harcıyoruz, tutmaz diye.
Bu da asrın kara deliği, öyleyse. Sebebine de asrın yanılgısı, asrın öngörüsüzlüğü, asrın tedbirsizliği mi diyelim?

Not 25: Asıl görmemiz gereken sorun, sistemdeki bozulmadır. Bütün politikacılar seçim kazanma uğruna popülist harcamalara, “müjdeler” saçmaya teşnedir.
Bizde 1990’ların “kayıp yıllar” olarak tarihe geçmesinin sebebi de aynıdır. Merhum Demirel’in pancar fiyatları için söylediği “onlar ne verirse ben 5 lira fazlasını vereceğim” sözüyle başlayan bütçe açıkları, kamu bankalarının ölçüsüz kredileri ve ağırlaşan döviz sıkıntısıyla Türkiye 1994’te krize girmiş, bunu üst üste 2000 ve 2001 krizleri izlemişti.

Prof. Haydar Kazgan’a göre 1990 yılında 21 milyar lira olan emisyonun 1994’te 120 milyar liraya fırlaması, para matbaasının nasıl deliler gibi çalıştırıldığını gösterir.
Bunu önleyecek kurallar da kurumlar da güçsüzdü. Merkez Bankası politikacıya “hayır” diyemiyordu, çünkü bağımsız değildi.
1990’lı yıllar popülizm ve koalisyonlar yüzünden “kayıp yıllar”dır.
Son on yılımız ise, özellikle de 2018’den itibaren CB sistemi döneminde yine popülizm yüzünden ve bu defa karar alamayan değil, ani ve keyfi kararlar alan iktidar yüzünden “kayıp yıllar” yaşıyoruz.

2001 yılında Kemal Derviş reformlarıyla Merkez Bankası bağımsızlaştırıldı. Kamu bankaları ve bütçe açıkları disipline sokuldu. Kamu bürokrasisinde liyakat sağlandı. Dünya Bankası ve bilhassa IMF’den yüzde 1 dolayındaki faizle 48 milyar dolar kredi alındı. “IMF denetimi” denilen şey, reform programının uygulanmasını denetlemektir.

2014’ten itibaren Erdoğan Merkez Bankası’na “faizi indirin” baskısı yapmaya başladı… Nihayet CB sisteminde 3 Sayılı CB kararnamesiyle Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sona erdi. (10 Temmuz 2018)

Not 26: Savaşın İngiltere, Fransa ve Almanya arasında geçeceği malum. Almanya’nın kısa hedefinde Fransa var ve İngiltere’yi ise yenmekten çok gücünü kırma peşinde.
Savaş 28 Temmuz 1914’de Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a girmesi ile başlıyor. 4 Ağustos itibariyle büyükler savaşın içindeler. Biz ise Rusların Karadeniz limanlarını bombalayarak oldu bitti ile (?) üç ay sonra 2 Kasım’da savaşa gireceğiz.
Savaşın ilk üç ayına bakarsak, savaşın tam bir kör döğüşüne döneceği çok açık bir şekilde görülüyor. Fransızlar Alman taarruzunu durdurmuş, Ruslar’ın karşı hamlesini de Almanlar durdurmuştu. Avusturya-Macaristan ise Karpatlardan Rusları atamamış üstüne üstlük Sırplar karşısında başarısız olarak Belgrad’ı geri vermişlerdi.

İşte biz böyle bir tabloda savaşa girdik.
Kimse bizi paylaşacaklardı onun için girdik diyerek kendisini avutmasın, biz de bu korkunç bölüşüm savaşında payımıza düşeceklerin hayali ile girdik savaşa.
O dönemi yaşayanların pek çoğu anılarında Almanlarla savaşa girmenin felaketle sonuçlanacağını ifade ettiklerini biliyoruz. Almanların en güçlü göründükleri dönemde bile İttihatçıların ikinci tabakasını oluşturan Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, İsmet İnönü gibi isimler bu fikirdeler.
Ama İttihatçıların bir kısmının ve özellikle Enver Paşa’nın hayalleri çok büyük!..
Bu büyük hayaller bizi bir bataklığa sürükledi ve imparatorluk bakiyeleri için de felaketle sonuçlandı.
Tarih spekülasyonu sevmez ama bazen akıl oyunları oynamakta fayda var. Her ne kadar İbrahim Kiras Rusların savaşın başlaması ile İstanbul ve boğazları işgal planlarından bahsetse de bizim savaşa girdiğimizde şöyle bir tablo var:
Almanya daha savaşın üçüncü ayında İngiltere’ye diş geçiremeyeceğini, Fransa ve İngiltere’nin böyle devasa bir savaşın kazananı olamayacağını, Rusya’nın savaşın devamının kendisi için bir felaketle sonuçlanacağını anladığı bir ortamda biz neden savaşa girdik?..
Savaşın dışında kalabilse idik o dilimize pelesenk ettiğimiz gizli antlaşmalar hemen yürürlüğe konabilir miydi?

Almanya karşısında itibarı zedelenmiş bir Fransa ve ciddi kayıplara uğramış bir İngiltere savaş öncesi anlaşmalara uyup içten içe kaynayan Ruslara “buyurun İstanbul sizin olsun” der miydi ve Ruslar da İstanbul’a girebilir miydi?
Kurt kuzuyu yemeye karar verse bile açık ve net olan şu ki bu çok da mümkün değil.
Çok uzatmadan devam edersek savaşın dışında kalabilecekken biz girmeyi tercih ettik. Dışarda kalabilse idik bugünkü sınırlarımız çok daha sağlıklı bir şekilde çizilebilir ve yaşadığımız korkunç insan kaybı da yaşanmayabilirdi. Belki de kurulan büyüme hayali bile gerçekleşebilirdi.
Savaşa girmenin maliyetini kendi ailemden örnek verirsem 3 büyük amcam Çanakkale, 2’si de Kafkas Cephesinde şehit düştü ama devletin envanterlerinde adları bile yok, böyle sayısız aile var.

Bazı çevreler Enver’e güzelleme yaparken halkın “Askeri Kırdıran Enveri Paşa” diye ağıt yakması bir tezat gibi durmuyor mu?
Bu aslında normal çünkü sağdan sola, soldan sağa Türkiye’deki tüm akımlar bir şekilde İttihatçılık ile hemhal olmuş durumda. İmparatorluğun parçalanmasının yaşattığı travma da maalesef peşimizi hiç bırakmıyor. Şimdilik nokta koyalım.

Not 27: Kaba, duyarsız, bencil, narsist, hatır gönül bilmeyen insanlarla muhabbet etmeyeceksiniz. Hayat yumuşaklık, zarafet, dikkat, rikkat üzerine kuruludur. Güzel insanlarla, tınısı olan dolu ruhlarla ve kitaplarla temas edin.

Not 28: Kimsenin felahını öngörmeyen, kimsenin felah bulmasına imkân tanımayan bir çağın gürültüsü içerisinde kendi yükümlülüklerini yerine getirip huzur içinde insanın, etrafına bakabilmesine müsaade edilmiyor. Haliyle insan sadece kendini suçluyor ya da her şeyden kaçması ve körlüğünü ziyadeleştirmesi için ona sürekli anı yaşaması salık veriliyor. Oysa insan için her an kıymetli, mühim ve sayılıdır. İnsanın bu kadar sınırlı bir şey için sınırsız bir gamsızlık yüklenmiş olması ya da hayatının sadece haza indirgenmiş olması ve bir bakıma madden ölçülüp değerlendirilmesi tuhaf değil mi? Hayatımızı kapsayan bütün eşyalar, bütün imajlar, simgeler ve değer diye atfettiğimiz her ne varsa bir kutuya koysak acaba kaç tanesini sürekli sahiplenmek isteriz ve gerçekten yüklediğimiz anlamları gerçekten karşılayıp karşılamadıklarını görmek isteriz?

Not 29: Bugün faizler açıklanacak.
Muhtemelen bazı “şer odakları” “efendim Gaye Hanım’ın faizleri %20’nin üzerinde çıkaracağı söyleniyor, uyarmanızda fayda olabilir” diye acaba Sayın Cumhurbaşkanına mesaj götürenler olmuş mudur?
Türkiye düşmanı “şer odakları” Sayın Cumhurbaşkanının Sayın Şimşek’le arasını bozmak için acaba kaç senaryoları var?
Bozulan arabayı tamir edip teslim edecek bir tamir ve bakım ekibine, teşekkürü hak edecekler diye, düşmanlık göstermenin altında yatan mantığı anlamakta zorlanıyorum.
Neyse biz realiteye dönelim, bugün TCMB faizleri açıklayacak.
Eskilerin tabiriyle “vaki ve vacip” olan yani olan ve olması gereken arasında o kadar büyük bir fark oluştu ki, ne karar alınırsa alınsın aslında çok işe yaramayacak.
Fakat TCMB’nin “kararlılıkla yolumuza devam edeceğiz mesajı”nın oluşturacağı umuda, piyasalar şimdilik razı gibi duruyor.
Hatırlatmak istiyorum, faiz kararı kadar önemli iki konu daha el atılmayı bekliyor.
Birincisi TCMB’nin “derhal” ihracatçı dövizlerini alma işini bankalara devretmesidir. Çünkü bu döviz alımları ve zorunlu olarak da döviz satımları, TCMB’nin bir politika belirleme merkezi olma niteliğine zarar veriyor.
Merkez Bankaları diledikleri zaman bankaların elindeki dövizleri kendi rezervlerine dönüştürebilecek onlarca yeteneğe sahipler.
İkincisi de kredi pazarının kademeli olarak serbestleştirilmesidir. Mesela %13,6’la verilen kredilerin, faiz oranı, en az 10 puan artırılarak işe başlanabilir.
Bunları hızla yapmadan faizlerin etkililiği ve parasal aktarım mekanizmaları iyi çalışmaz.
Verilerin kötülüğü mü beni kötümser kılıyor yoksa kötümser olduğum için mi en olumsuz verileri arayıp buluyorum, bilmiyorum.

Not 30: Türkiye; yanlış yönetim sistemi, eksik ve problemli karar alma mekanizması, kamu kaynaklarının kontrolsüz harcanmasına izin veren yapı, siyasal elitlerin toplanan vergilerle oluşan kamu gücünü kullanırken sınır gözetmemeleri ve hukukun işlememesi üzerinden çoklu bir organ yetmezliği yaşıyor.
Hukukun iktidara bağımlı yapısı değişmeden sadece vergi salarak ülkenin kalkınmasını sağlamak imkânsız. Can Atalay’ın halk tarafından seçilmiş olmasına rağmen TBMM’ye gelememesinin arkasındaki sebep ortadan kalmadıkça rasyonel bir ekonomi yönetiminin tam anlamıyla oturması mümkün değil.
Çorlu tren kazasında 25 kişi öldükten sonra hiçbir üst düzey yetkilinin ar nedeniyle bile olsa sorumlu tutulmadığı bir ortamda BDDK’nın yaptığı yanlışlar sebebiyle hesap vermesi düşünülemez.
6 Şubat’taki acı depremlerde yüz binin üzerinde bina yıkılmış, 50 binden fazla insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen son yirmi yılda o binalara izin veren hiçbir siyasiye dokunulamazken Merkez Bankası’nın kasasını boşaltanlardan da hesap sorulamaz.
Muhalefet partilerinde yaşanan son seçim yenilgisinden sonra genel başkanlar hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edebilirken yanlış ekonomi politikası uygulayanların görevden ayrılmasını istemeye de kimsenin gücü yetmez.
Hâkim basın kuruluşlarında mesleki kriterlerin dışında kişisel siyasal pozisyonlar üzerinden içerik ve söylem belirlenirken ekonomide neyi doğru neyin yanlış olduğunu objektif olarak anlatsanız da okurda istediğiniz karşılığı bulamazsınız.
Sözün kısası tek bir alanı ya da kesimi değil toplumun genelini etkileyen bir tıkanma sürecinde yapılan zamlar ekonominin bir süre nefes almasını sağlar belki ama tek başına ne ekonomi ülkeyi kurtarabilir ne de ekonomi tek başına kurtulabilir.

Not 31: Uzun yol kaptanlarıyla
TIR şoförleri eskiden
çok garip gelirdi bana.
Git git bitmez yollarda
aylar yıllar boyunca
varamadan insan nasıl yol alır?
Şaşardım hep, nasıl sabreder,
nasıl dayanır sonsuz yollara?
Biliyorum ki şimdi oysa
(yaklaşırken yolun sonuna)
uzun yol dayanılmaz değilmiş,
yanlış düşünmüşüm onca zaman:
Hiç bitmemesi değil yolun,
bitmesiymiş korkutucu olan.

Not 32: Trafik sıkışık diye şerit değiştirdiğinde terk ettiğin şerit daha hızlı akar.

Not 33: Bir şeyin ters gitme ihtimali varsa, o şey mutlaka ters gidecektir.

Not 34: Zoom toplantısını düzenleyen İstanbul büyükşehir belediye başkanı İmamoğlu da cumhurbaşkanı yardımcısı olacaktı seçim kazanılsaydı. Seçimin kaybedilmesinde ona hiç sorumluluk düşmüyor mu?
Düşüyorsa ne diye hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi davranabiliyor?
Sekiz ay sonra yapılacak seçime yeniden aday olarak katılırsa seçilebilir mi İmamoğlu; bundan kuşku duyanlar ve şu sıralardaki davranışını onun da aynı kuşkuyu paylaştığına bağlayanlar var.
Görüşmenin öğrenilmesi CHP’deki iç çekişmenin kamuoyuna önceleri yansıyandan çok daha derin olduğunu açığa vurdu. Kılıçdaroğlu en tepede yalnızları oynuyor görüntüsü ortaya çıktı. [Hakkını yememek için, Faik Öztrak’ın adını ‘hala sadık’ olarak geçirmem gerekiyor.]
Böyle bir parti görüntüsü hiçbir partiye yakışmayacağı gibi 100 yaşına merdiven dayamış CHP’ye de yakışmıyor.

Not 35: İşler iyiye gitmeden önce kötüye gider… İşlerin iyiye gidebileceğini kim söyledi?

Not 36: Şimdi hangi veda şiiri dökülür kalemimden...
Bir varmış bir yokmuşu oynuyorken hayat,
Şimdi hangi Hicran zinciri vurulur sırtıma,
Bu şehre ve sana veda ederken...
S.U.

Not 37: Bir millet düşünün ki kendisini yönetmek için seçtiklerini sanki onları yoksullaştırsın diye seçmişler…

Görüşülen torba yasada bu işi öyle mahir yaptılar ki çok az insan fark edebildi. O nedenle gerçeği siz de görün istedim;
“Madde 16- 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 43 üncü maddesinde yer alan “126.000” ibaresi “133.988” şeklinde ve “115.225” ibaresi “122.530” şeklinde değiştirilmiştir.”
43. madde bizim seçtiklerimizin, cumhurbaşkanının, milletvekilinin, meclis başkanının maaşlarını düzenleyen madde.
Böylelikle 1 Temmuz’da aldıkları yüzde 25 üzerine torba yasadan çıkan gösterge farkı ile emekli vekilin maaşı 49.971 TL’den 66.407 TL’ye,
Emekli meclis başkanı ya da emekli başbakanın emekli aylığı da 54.644 TL’den 72.635 TL’ye yükseltildi.
7500 TL alan emekli vatandaşlardan ise 1 TL zam bile esirgendi. “Bütçenin bir dengesi var” derler ya… Anlaşılan o denge “iktidar ile muhalefeti arasında kurulan bir denge”… Bu madde için hiç itiraz duyulmadı.
Kendi paralarını artırırken “Ey bizi vekil yapan milyonlar, tercihimizde de vicdanımızda da yoksunuz, sizi görmüyoruz” dediler bir anlamda.
200 sayın vekil de halkın belkemiğini kıran bu torba yasanın oylamasına katılmadı.

Bizim yeni yemin etmiş vekillerimiz bile ek bütçe oylamasında bulunma görevini de sorumluluğunu da unutmuşlar anlaşılan.
Önemli olan seçilmek… Saraya dâhil olmak… Sınıf atlamak.
Siyaset, bu ülkede sadece yapana yarıyor…
Siyasetçi kendisini o makama yerleştirenlere aldırmıyor.
Milyonlar da kendilerine aldırmayan siyaset esnafına aldırmadığında iş işten geçmiş olacak.
Bu yaşananlar, toplumun siyasetten uzaklaşmasına yol açıyor gibi görünse de siyaset kurumunun bu krizi, yeni bir demokratik yapılanmayı zorlayacaktır.
Çürüme, toplumun bütün kesimlerine, hukuka, vicdana uygun demokratik bir yapı kurmak dışında bir seçenek olmadığını gösteriyor.

Not 38: Adı öyle konmuş olsa da olmasa da, Kılıçdaroğlu bu tarihi seçimde aslında bütün siyasi hayatını ortaya koydu. Kazancı da kaybı da devasa olacaktı. O, büyük oynadı ve büyük kaybetti. Şimdi yapması gereken, meydana çıkan bu tablonun sonuçlarıyla dürüst bir şekilde yüzleşmesidir; yani kaybın sorumluluğunu üstlenmesi ve kenara çekilmesidir. 
 
Aksi bir tavır -hangi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın ve hangi ulvi ambalajlara sarılırsa sarılsın- zarardan başka bir şey getirmez. Kılıçdaroğlu’nun vadesi doldu; ısrarla bunu görmezden gelmenin bedeli çok yüksek olur; hem kendisine hem partisine ve hem de genel olarak muhalefete. 

İmamoğlu dahi, değişim talebini doğrudan parti tabanına ve halka taşımak yerine dolaylı yöntemleri tercih ediyor. Kapalı kapalı ardında yapılan görüşmelerden, hiçbir işe yaramayacağı belli olan internet sitelerinden, dolambaçlı imalardan medet umuyor. Oysa daha yüksek bir makama gözünü dikmekle birlikte bulunduğu makamı da riske etmek istemeyen bu mütereddit ve ürkek tarzla, İmamoğlu menzile varamaz. 
 
Değişim; şeffaf bir siyasete, ideolojik bir açılıma ve topluma yeni bir hikâye sunmaya ihtiyaç duyar. CHP’nin derdi Kılıçdaroğlu’nun hikâyesinin bitmesi ama onun yerine talip olanların da bir hikâyesinin olmamasıdır. Gerçek bir değişimi arzulayanlara düşen, kaçak güreşmeyi bırakıp, açık bir mücadele yürütmeleri, yeni bir hikâye yazmaları ve bunu halka anlatmalardır. 
 
Gerisi nafile iş!

Not 39: Enflasyon ile mücadelede elinizdeki en güçlü koz faizlerdir. Siz faizleri piyasanın beklentisinin altında tutarak başka yollarla mücadele etmeye çalışırsanız sonuç alamazsınız. Enflasyon ise önü alınmazsa orta uzun vadede hiperenflasyona gider ve kronik süregiden enflasyon, hayat pahalılığı ekonominin iflahını kesip yere serer.

Not 40:

Çıkıp uçaktan Tokyo’da
doğru yeraltına indim.
Metroya bindim, oturdum,
yüz yüze geldim bir reklamla:
Bir gözyaşının altında,
“Hüzünlü müsünüz,
sürekli ve nedensiz?
Yardımcı olabiliriz.”
Bir psikoloji kliniği.
Yol boyunca düşündüm:
İlk bindiğimde bu metroya,
18 yokken yaşım daha,
ilgilenmez, güler geçerdim
çıksa bu reklam karşıma.
Niye gülemiyorum şimdi?
Niye cevabım evet?