Eğlenceyi oldukça seven bir ağustos böceği varmış. Bu ağustos böceği devamlı saz çalar, şarkı söylermiş. Tüm gününü bu şekilde geçirirmiş. Derken güzel, sıcak günler bitmiş, kış gelmiş. Artık havalar çok soğuk ve yağışlıymış. Ağustos böceği şarkı söylemez hale gelmiş.
Soğuktan üşüyormuş ve karnı da oldukça açıkmış. Fakat asla yiyeceği yokmuş. Şu sebeple tüm yazı saz çalarak ve şarkı söyleyerek geçirmiş. Kış için asla hazırlık yapmamış. Fakat o bu şekilde eğlenirken minik komşusu karınca tüm yazı kış hazırlığı yaparak geçirmiş. Ağustos böceği bunu hatırlamış ve aklına karınca komşusundan ödünç istemek gelmiş;
— Karınca komşumdan ödünç yiyecek bir şeyler isteyeyim, hem ne var ağustosta yine öderim, demiş. Ağustos böceği bu fikir içinde karınca komşusunun kapısına gitmiş. Kapıyı çalmış. Karınca açmış kapıyı. Karşısında açlık ve soğuktan perişan olmuş ağustos böceğini görmüş;
— Ne istiyorsun ağustos böceği, demiş.
— Karınca kardeş havalar oldukça soğudu oldukça üşüyorum, üstelik karnımda oldukça aç fakat yiyecek hiçbir şeyim yok. Bana ödünç yiyecek bir şeyler verir misin? Söz veriyorum ağustosta borcumu ödeyeceğim sana, demiş ağustos böceği. Karınca;
— Niçin yiyecek hiçbir şeyin yok, tüm yaz ne yaptın sen?
— Ağustos böceği oldukça utanmış;
— Şeyyy, ben tüm yaz saz çaldım, şarkı söyledim. Kış için asla hazırlık yapmadım. Karınca oldukça sinirlenmiş bu cevabı duyunca;
— Madem öyle ki tüm yaz saz çalıp, şarkı söyledin şimdide oyna o süre, demiş karınca ve tak diye kapıyı ağustos böceğinin yüzüne kapatmış.

Guguk Kuşu:

Guguk kuşu, farklı ötüşü ile baharın gelişini müjdeleyen kuş olarak biliniyor. Diğer kuşların yuvasını dağıtma gibi bir özelliğe sahip. Guguk kuşu yuva yapmaz, kuluçkaya yatmaz. Harika gözlemci özelliğiyle yumurtlama zamanı gelince etraftaki kuş yuvalarını sabır ve dikkatle gözetler. Hangi kuş daha güvenli ve sağlam yuva yapmış ve yuvasına daha düşkünse onun yuvasına göz diker, hedef olarak o yuvayı seçer. Yuvanın sahibi anne kuş yuvasından uzaklaşır uzaklaşmaz saklandığı yerden hızlıca onun yuvasına gelir ve yumurtaların arasına sessizce kendi yumurtasını bırakır. Yumurta sayısını denklemek için de yuva sahibi kuşun yumurtalarından birini yuvadan atar. Sonra kendi yumurtasıyla hiç ilgilenmez. Yuvanın sahibi kuş yuvasına döndüğünde guguk kuşunun yumurtasını kendi yumurtasından ayırt edemez çünkü guguk kuşu hangi yuvaya yumurtasını bırakırsa diğer kuşun yumurtasına bezer renk ve desende yumurta yumurtlayabiliyor. Zaman içinde yuvadaki yumurtalar olgunlaşır ve ilk çatlayan yumurta guguk kuşunun yumurtası olur. Yavru guguk kuşu, anne kuş yuvaya gelmeden onun yumurtalarını yuvadan aşağıya atar. Anne kuş yumurtadan çıkan guguk kuşunu kendi yavrusu zannederek özenle besler. Beslenme anne kuştan daha büyük hale gelinceye kadar devam eder.
Guguk kuşu çok sinsidir. Yuvanın sahibi anne kuş yuvaya geldiğinde boynunu onun getirdiği yiyeceğe uzatır. Kanatlarını aşırı derecede titreterek ağzını geniş bir şekilde açar ve devamlı olarak çığlık atar. Guguk kuşu bu uyanıklığı sayesinde yuva sahibi çiften ve çevresindeki kuşlardan yiyecek desteği alarak iyice palazlanır. Yuvanın sahibi kuş palazlanan guguk kuşunun kendi yavrusu olmadığını fark ettiğinde ise çoktan iş işten geçmiştir. Çünkü guguk kuşu ona kafa tutacak ve yuvadan uçabilecek hale gelmiştir artık. Yuvadan uçmadan önce de doğup büyüdüğü, beslendiği yuvayı dağıtarak uçup gider.

Son söz: AYNI DEREDE İKİ KERE AŞIK OLUNMAZ.

 Kehanet: TÜRKİYE İFLAS YÜZYILI. Bana güvenin.

Hatırlatma: Bazen durup, “hep o şarkı hep o şarkı mıdır” diye sorup o şarkı değil olduğunu farketmek lazım. Zaman farklı bir zaman, koşullar farklı. Güzelmiş o da ama artık yok. Gidenle gelmeyenin eşiğindeyiz ve eylemde bulunan özneler haline gelmemiz, şu an ve şimdimize sahip çıkmamız gerekiyor” diyebilmeliyiz.
Hep o şarkı, hep o şarkı mıdır?
Türkiye, hep aynı Türkiye miydi?
Cumhuriyet, her zaman aynı cumhuriyet miydi?

İnsanlığa ikaz: Masumiyetin geri dönülmez biçimde kayboluşunun yasını tutuyoruz. Çünkü sonsuza dek değiştik, bakış açımız yüzleştiğimiz gerçekler tarafından yeniden şekillendirildi. 
Birdenbire çok şey kaybettik.

Not 1: Cumhuriyeti kuran kuşaklar ayağını yorganına göre uzattılar. Bütçe açığı vermediler, enflasyon yaratmadılar. Çünkü biliyorlardı ki iktisadi bağımsızlığını kaybeden ülkeler siyaseten de bağımsız olamaz.

Not 2: 1980’den beri kişi başı milli gelir bizde 6,3 kat artarken benzer ülkelerde 6,8 kat arttı. Bu şekilde gelişmiş ülkeleri yakalamak mümkün değil.
2. yüzyılda bu durumu değiştirmek istiyorsak küresel dönüşümü kavrayan fakat bize özgü güçlü yanlara odaklanan yeni bir model gerekiyor.

Not 3: Size İŞ FİKRİ.

Sadece paket yemeğin ısıtılarak müşteriye servis edileceği, SELF SERVİS bir restoran.

Çok az personel, düşük fiyatlar.

HAZIR YEMEK sektörü zaten ilerledi. 20.000 TL/Personel çok pahalı maliyet. Çalışan azalmalı.

Not 4: Güven ruh gibidir terkettiği bedene asla geri dönmez. Entropi (çürümeye hedeflenmiş süreç) sarmış dört yanı sayın Başkanım maalesef. Umarım bir temizlik olur ve ülkemiz ilelebet payidar güçlü şekilde dünyada varolur. Sevgiyle ve hürmetle.

Not 5: Evlatlarımıza bir gelecek borçluysak Türkiye’yi “KAÇILAN ÜLKE” olmaktan çıkartıp yaşanılacak ülke haline getirmek zorundayız.
Türkiye kaybettiği parayı bulur, asıl mesele kaybettiği aklı bulmasıdır. Rasyonaliteye dönüş için asıl büyük değişim kimsenin yapmadığını yapmaktır. Türkiye’ye Özal sonrası yeniden bir kalkınma hamlesi başlatmaktır.
Gerisi sadece isimlerin değişimi olarak kalacak ve toplumu daha da radikal arayışlara sevk ederek ülkemizi yıkıma götürecektir.

Not 6: Bu dünyâ perdesizdir. Mahremiyet barındırmaz. Açık Toplum güzellemeleriyle herşey ortaya dökülmüştür. Herşey gösterilerek sağlanır esas görülmezlik. Bu dünyâda hiçbir şey görülmez aslında.Sâdece seyredilir. Seyretmek, gözün en pasif eylemidir.Körleşmek seyrini, seyirci bir insanlık ile tamamlıyor. 

Not 7: Günümüz münevverânının kâhir ekseriyeti, kamusal aydın olmak vasfını çoktan kaybetmiş durumdadır.Orta- orta sınıfların bir kısmı entelektüel orta sınıfların ürünlerini, kalan kâhir ekseriyet ise AVM’lerdeki ürünleri yağmalamakla meşgûldür. Alt orta sınıflar ise sınıfsal mobilizasyonların tüketim üzerinden yaşandığının fevkalâde şuuru üzerinden kurduğu düşlerle kendisini avutmaktadır.

Not 8: Küreselleşmenin üstyapısını inşâ eden postmodernizm gevşeme, rahatlama ve gevreksi hâlleri güzelleyip helâk oluşumuzu görülmez kıldı . Bireylerin olgunlaşma iddialarından vazgeçtiği , çocukluğun dâim muhafazasını savunan, dokunulmazlığı özgürlük zanneden, zamânı ve olguları fasılasız anlara bölen ve aralarındaki her nev’i ilişkiyi koparan , bu sûretle de mes’uliyet duygusunu yok eden bir durumdur bu.

Not 9: Marx’ın o mâhut ifâdesinde olduğu üzere “Katı olan her şey buharlaşıyor”. Ama bu hemen olmuyor. Evvelâ sıvılaşılıyor. Tüketimdir onu sıvılaştıran. Artık o da arkasında çöller ve geniş çaplı bir bedevîleşme bırakarak buharlaşıyor.Ama hiçbir buharlaşma da ebedî değildir. Tekrar , katılaşmak üzere yerküreye düşer. Rwanda, Srebrenitza ve nihâyet Gazze’dir o zehirli kimyaları taşıyan kara bulutların acı bir yağışa dönüştüğü yerler..

Not 10: Bugün şunu gördüm ki insanların hayalleri bile eğitim ve sosyokültürel düzeyleriyle doğrudan bağlantılı. Sanayide arabayı yaptırdığım ustanın hayali büyük bir galeri açmaktı. Ülkede hiçkimse yeni bir uzay aracı, kanser ilacı veya robot geliştirme hayali kurmuyor..

Not 11: Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor.

Şimdi canavarların zamanı.

António Gramsci

Not 12: 'Bir yerde silaha ve kaba kuvvete ne kadar mahal varsa orada ruh gücünün bulunma ihtimalı o kadar azdır'. 
(Gandhi)

Not 13: Zalimliğin kendi varlığını akla uydurmaya yönelik türlü biçimleri var. Başkalarına kötülük edenler, kendileriyle yaşayabilmek için, kurbanlarını suçlar veya kendi zihinlerinde onları insanlıktan çıkarır, insani niteliklerinden ayırırlar. Bu süreci “ahlaki çözülme”  olarak adlandırıyoruz.  Bu ahlaki çözülme, duygusal nasırlar yaratır ve buradan kötülüğe pek çok yol gider. 

Psikolog Ervin Staub, onlarca sene boyunca savaş veya soykırım sırasında insan öldüren bireyleri incelemiştir. Bu bireylerin empatilerini “kapattıklarını” ve böylece öldürdükleri insanların iyilik ve sağlığı hakkındaki endişelerini sıfırladıklarını düşünmektedir. Bu şekildeki insanlıktan çıkarma süreci, en küçük bir empati duygusunu susturur. 

Not 14: Starbucks'ı protesto etmeden önce bu ülkede yerli kahve zincirleri neden 1 yılı doldurmadan kepenk indiriyor fakat Starbucks'ın hiçbir şubesi kapanmıyor önce bir ona odaklanalım... İğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batıracağız.

Not 15: Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi bugün kararını verdi ve Anayasa’nın 153’üncü maddesini ve AYM’nin yetkisini yok saydığını ilan etti. AYM’ye, mealen ‘Eğer katılmıyorsam, içime sinmediyse, verdiğin karar beni bağlamaz‘ demiş oldu.
Kararın hüküm kısmında, AYM’nin ihlal kararına ‘hukuki değer ve geçerlilik izafi edilemeyeceği cihetle…’ ortada ‘uygulanması gereken’ bir AYM kararı olmadığı tespit edilerek AYM kararına ‘uyulmaması’na karar verilmiş. Üçüncü paragraf ise hakikaten tarihî: “Anayasa hükümlerini ihlal eden ve kendisine verilen yetki sınırlarını yasal olmayacak şekilde aşarak hak ihlalinin kabulü yönünde oy kullanan ilgili Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında gereğinin takdir ve ifası için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına…”
Evet, artık başka bir yerdeyiz. Buraya varacağımız açıktı, vardık.

Not 16: Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, demokrasinin ve kalkınmanın altyapısını oluşturur. Bunun içindir ki dünyada, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi gibi oluşumlar ve benzer uluslararası kurumlar tarafından, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı teminat altına alınmıştır.
Rekabetin, ticari ilişkilerin, iş ilişkilerinin, borç-alacak ilişkilerinin, mülkiyet haklarının düzenli bir hukuki altyapısı olmadan, istikrarlı büyüme ve kalkınma sağlayamazsınız. Devlet, planlama yapamaz. Belirsizlik artar. Güven bunalımı ortaya çıkar. Mülkiyetin güvence altına alınmadığı piyasa ekonomisi çalışmaz. Yerli ve yabancı kimse yatırım yapmaz.
**Türkiye’de büyüme oranları düşüyor ve düşmeye devam edecektir.
*Türkiye’ye yabancı yatırım sermayesi gelmiyor, mevcutlar ve yerli sermaye de çıkıyor.
*Reel sektörde yatırım yapılmıyor. Üretimde de gerileme var.
*2023 ikinci çeyrekte sanayi üretimi yüzde 2,6 oranında geriledi. Eylülde aylık yüzde 0,1 oranında düştü.
*Borsa yeniden düşmeye başladı.
Hukuki güvencesi olmayan insanların geleceği de güvence altında olmaz. Hukuki altyapısı olmayan ülkelerde insan hakları da olmaz. Bunun içindir ki hangi ülkede olursa olsun darbe dönemlerinde ve dikta rejimlerde insanlar yurt dışında yaşama alternatifleri ararlar.
Türkiye’de beyin göçünün bir nedeni de hukuka güvenin düşmesidir.
Ekonomik ilişkileri, siyasi bakış açısından, popülizmden uzak tutabilmek için, sözleşme özgürlüğü, özel hukuk kuralları hâim olmalıdır.
Gelişmekte olan ülkelerin gelişmesini tamamlayabilmeleri için; Mülkiyet haklarının güvenceye alınması, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi gerekir. Herkese özgür çalışma hakkı veren, sürdürülebilir geçim imkânı sağlayan, yoksulluğu kaldıran bir Hukuk düzeni gerekir. Gelişmekte olan ülkelerde despotik yapı, siyasi ayırımcılık, partizan kollama ve popülizm, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığını askıya alan uygulamalardır.

Not 17: Toplum son yıllarda pek çok anormalliğe alıştırılmıştı, buna mukabil son karar ‘artık her şeye alıştığını düşünenleri’ de şaşırttı, rahatsız etti. Sanırım bazı gelişmeler ipin ucunun kaçtığını daha açık seçik gösteriyor yurttaşa, Yargıtay’ın Can Atalay kararı, hele ki AYM’nin dokuz üyesi hakkındaki ‘absürt’ suç duyurusu bardağı taşıran son damla olmuş gibi. Ülkeyi kanun devleti olmaktan dahi çıkaran bir damla. Ya da bu aşamada öyle görünüyor, belki bardak sanıldığından daha büyük ve dolup taşması için çok zaman gerekiyor.

Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin cüretkâr adımı, yıllardır dile getirilen ‘anayasasızlaştırma’ sürecinin en çarpıcı aşamalarından biri. ‘Anayasa’daki muhtelif hükümlerin, AYM kararlarının bağlayıcılığının ve TBMM’nin yasa koyma yetkisinin bir önemi yok‘ anlamına gelen karar cüretkâr bir adım.

‘Nasıl bu kadar kolay olabildi?’ derseniz, 2013-2014’e dek gitmeyi öneririm. Bu tarihlerde iktidar, hukuka uyulmadığı, Anayasa umursanmadığı durumda ‘bir şey olmadığını’, toplumsal desteğini kaybetmediğini fark etti. Hukuk dışılıklar, anayasayı zorlayan eylemler vs. her zaman vardı bu ülkede; ancak 2014’ten itibaren ilk kez bir sivil yönetim, hukuk dışılığın bedeli olmayabileceğini gördü. Bana kalırsa ‘yeni’ olan buydu. Bir adım, bir adım daha, bir adım daha… 2017’de Kılıçdaroğlu ‘hak, hukuk, adalet‘ sloganıyla görkemli bir yürüyüş yaptı, ancak devamı getirilmedi. Sarı kız, ‘Anayasaya aykırı anayasa değişikliği’ desteklenerek verileli çok olmuştu. Anayasanın askıya alınabilmesinde ve sonunda ‘yerli ve milli hukuk’ sloganına varılmasında, muhalefetin azımsanmayacak payı var. Muhalefetin, 2023 seçimleri sırasında yaşanan hukuka aykırılıklar karşısındaki tutumu ise en hafif tabirle ‘aymazlık’ sözcüğüyle tanımlanabilir.

AYM’ye sahip çıkılmalı; ancak önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak yeni atamalarla AYM üye çoğunluğunun iktidar lehine değişeceği ve bugün arada bir verdiği olumlu kararları dahi mumla arayacak olma ihtimalimiz düşünüldüğünde, ‘bağlayıcılık’ ile ‘eleştiri gerekliliğini’ birbirinden özenle ayırmayı ihmal etmemeliyiz. Kararlar bağlayıcıdır, buna mukabil eleştiriden masun değildir. Sahip çıktığımız AYM’nin, aynı günlerde ‘dezenformasyon yasasındaki’ o tehlikeli hükmü Anayasa aykırı bulmadığını hatırlayalım. Ezcümle, herhangi bir AYM’nin değil; demokratik bir sistemde, eşitlikçi bir anayasal düzende, bağımsız karar verebilen ve nitelikli hâkimlerden oluşan bir AYM’nin ‘gerekliliğini’ savunmalıyız.

Bugün tanık olduğumuz baskının, bir süre sonra Demirtaş ile ilgili karar vermek zorunda kalacak bir AYM üzerinde kurulduğunu hesaba katmakta yarar var. Çoktan alınması gereken, uzun süredir ertelenen karar. İktidar bakımından son derece kritik bir diğer konu ise, gözümüzün içine baka baka kabul edilen Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da yapılan değişiklik. AYM üyelerinin gazete manşetinden hedef haline getirilmesini, yakın gelecekte vereceği bazı ‘kritik’ kararlarla ‘da’ ilişkilendirmek mümkün.

Not 18: Erdoğan “Yargıtay da yüksek mahkeme” derken sadece protokoler bir cümle kurmadı, esasen yeni bir Anayasa hükmü ihdas etmiş oldu. Çünkü bugüne kadar Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ye, Sayıştay’a “yüksek mahkeme” denilmesi, onların birbirinin hükümlerini ortadan kaldırabileceği, birbirini hükümsüz bırakacağı anlamına gelmiyordu, ama Erdoğan artık bu anlama geleceğini ilan etmiş oldu.
Açıklamadaki, “Anayasa yapma yetkisi sadece parlamentonundur” sözü, yeni rejimin mantığı gereği bir çelişki oluşturmuyor, yürütmenin başının yargının ve yasamanın da başı olduğu fikrini, yani güçler birliği fikrini alıştıra alıştıra kabul ettirmeyi amaçlayan retorik bir unsur niteliği taşıyor. Çünkü açıklama, Yargıtay’a “suç” ihdas etme yetkisini de bahşediyor.
Yargıtay nasıl suç ihdas edebilir? Eğer parlamento, bir fiili suç olarak belirlememişse ve eğer aynı parlamento Anayasa’da belirtilen “durumlar”ın hangi suç olan fiillere karşılık geldiğini açıkça yazmamışsa, ne sulh ceza, ne asliye ceza, ne ağır ceza ne de Yargıtay’ın herhangi bir ceza dairesi yorum yaparak suç icat edemez ya da yorum yaparak o “durumlar”ın filanca suçlara karşılık geldiğini öne süremez. Bugüne kadar geçerli olan temel ilkeye göre ceza hukukunda yorum yasaktır, çünkü yorumla suç ihdas ya da icat ederseniz, parlamentonun yetkisini gasp etmiş olursunuz. Hangi yetkisini? Erdoğan söyledi: Anayasa yapma yetkisi parlamentodadır ya yasa yapma yetkisi de parlamentodadır.
Anayasa hükmü açık:
“Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır.”
Anayasa Mahkemesi diyor ki, parlamento bu “durumlar”ın ne olduğunu yasa ile açıkça yazmazsa, hiçbir ceza mahkemesi herhangi bir suçun bu durumlardan olduğunu öne sürerek hüküm veremez. Yazılmamış suç yoktur, niteliği yazılmamış suçun filanca niteliğe (yani “durumlar”a) denk düştüğü öne sürülemez.
Şimdiye kadarki “hukuki durum” bu, Yargıtay’a “yüksek” mahkeme deniliyor diye, Anayasa Mahkemesi’nin sıfatlarını bürünemez. Ama Erdoğan’ın sözlerinden sonra “yüksek” sıfatı artık porotokoler bir ifade olmaktan çıkmış oldu, Yargıtay hem suç ihdas edebilen hem de AYM’nin hükümlerini yok edebilen bir merci olarak atanmış oldu.

İktidar ceza mahkemelerinden artık “kanunilik” ilkesine uymamalarını, tam aksine siyasal makamlar gibi “takdir hakları”nı kullanarak hüküm vermelerini istiyor. Aslında uzun süredir bunu istiyor ve sık sık da uyguluyordu ama artık bunu kural haline getirmek istiyor.
Bıktırıcı bir tekrar biliyorum ama “yerindelik denetimi yasağı” idare hukukuna özgü bir terim olarak, mahkemelerin idarenin yerine geçerek siyasi hüküm oluşturmasını engelleyen, yani siyasi taktir haklarını yok etmesini engelleyen bir mekanizmadır; anayasa hukukunda yeri yoktur.
Çünkü hiçbir ceza mahkemesi mevcut (lafzen mevcut) hukuka göre “takdir hakkı” kullanarak hüküm oluşturamaz, yargıcın “kanaati” ile idarenin “takdir hakkı” arasında uçurum vardır. Yargıç “takdir hakkı” kullanırsa, üst mahkeme (istinaf, Yargıtay, AYM) bunun “yerinde olmadığını” söyler, söylemek zorundadır.
Hasılı kelam Erdoğan, “Taş yerinde ağırdır” dedi ve ekledi: O yer de benim dediğim yerdir. Parlamentonun yapıp yapabileceği ancak Erdoğan’ın dediğini yapmaktır, tıpkı mahkemeler gibi, yapmazlarsa yasamayı ve yargıyı yürütme ile beraber şahsında birleştiren Erdoğan gereğini yapar. Sözleri kanundur, hem de kanunu esasi. Sözleri hükümdür, hem de nihai hüküm. En yüksek mahkeme, Külliye’deki mahkemedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına şekil vermesi istenen nihai çözümdür bu.

Not 19: Hepsi bir yana, yani insanların ne durumda olduğunu umursamıyorsunuz diyelim. Siz bu insanlardan birincisi 4 trilyon TL dolaylı vergi tahsil edemezsiniz ve kayıtdışı alıma kayarlar. Bu kalitesizlik ve sağlık problemlerinin yanında, kayıtlı firmaları rekabet edemez ve yükümlülüklerini yerine getiremez hale sokar.
Vergi gelirlerinden başlayan banka borçlarına kadar uzanan bir yelpazede ilave bir ödemeler ve finans sorunu ile karşı karşıya kalırsınız. Gerçi orada da tahakkuk edeni tahsil edemeyip, kayıt dışındakini yok sayarak, kayıtlıya e-icra yollayıp, piyasayı kilitliyorsunuz ama neyse.
Günün sonunda bu fotoğraftan firmaların zorlanması, kapanması, merdiven altıyla rekabet edememesi ve gelir kurguları bozulurken, maliyetlerinin artması gerçeğinden yola çıkarsak, elimize geçecek tek şey yüksek oranlı bir işsizliktir.

Not 20: Var olan anayasa, Tayyip Erdoğan cephesinin bundan böyle durmadan tekrarlayacağı gibi, iki hukuk kurumunun arasında anlaşmazlık olursa bunun nasıl çözüleceğini bir karara bağlamamış (oysa pekala bağlamış: böyle bir durum çıkarsa Anayasa Mahkemesi’nin dediği olur, diyor.  Açıkça) olduğuna göre, “mutasavver” anayasada. “Böyle durumlarda  Cumhurbaşkanı karar verir” şeklinde bir ekleme yapılır ve kriz giderilir, bir daha çıkması da önlenir. Gidiş oraya doğru. Hani, beterin beteri var hesabından bizleri korumak üzere, Anayasa Mahkemesi üyelerinin yargılanması şıkkını uygulamaya koymadan bu işi anayasa değişikliğiyle çözelim deniyor. 
Ama bu bir “savaş ilanı” olarak da yorumlanabilir. Mayıs’ta seçim yaptık. Bu seçimi iktidarın bu kolaylıkla kazanmasını beklemiyorduk (nitekim böyle olduğu görülünce şok geçirdik) Biz beklemiyorduk ya, Tayyip Erdoğan’ın da endişeleri vardı. Herhalde büyük bir ferahlama duydu. Onunla birlikte, tasarladığı başka tedbirleri de yürürlüğe koyma zamanının geldiğine karar verdi, sanıyorum.

Not 21: Dikkat edilirse, İsrail’i durduracak bir karşı çıkış görülmüyor.
Daha önce çıkmış savaşların, devreye uluslararası camianın girmesiyle, daha fazla uzamaları durdurulmuştu. Bu defa uluslararası camianın büyük bölümü İsrail’in yanında. Dünyanın dört bir tarafındaki protestolar ya o ülkelerin yönetimleri eliyle işlevsiz bıraktırılıyor ya da ne kadar kalabalık olursa olsun, protestocular anti-Semitik olmakla itham edilip potansiyel suçlu ilan ettiriliyor.
Plan, karşı çıkacakların neler yapabilecekleri de hesaplanarak hazırlanmış besbelli.
Şiddetle kınayanlar, ateşkes ilan edilmesi yolunda telkinde bulunanlar, bunu sağlamak üzere zirveler düzenlemeler…
Bunların hiçbiri Netanyahu’yu durdurmak için yeterli değil.
Gazze’de ve İsrail’in işgali altında bulunan Filistin topraklarında Hamas’ın varlığı sona erdirilmeden savaş herhalde sona ermeyecek. Netanyahu baştan beri bunu söylüyor zaten.
Karşısına çıkacakların neleri ne kadar yapabilecekleri düşünülerek hazırlanmış bir plan söz konusuysa, ki bana öyle geliyor, bu planı doğru okuyup onun nasıl bozulabileceği yönünde bir çalışma yapılmadan, İsrail’in nihai amacının gerçekleşmesini önlemek mümkün gözükmüyor.
Protesto gösterileri mi? Her birine karşı İsrail yanlısı gösteri yapılacaktır…
Malları ve işletmeleri boykot etmek mi? İsrail zaten esas desteğini yanında bulduğu devletlerden alıyor…
Futbolda rakipler onların oyun sistemini çözerek eski sonuçları almalarının önüne geçseler bile, önde giden kulüplerin şimdiye kadar aldıkları puanlar onların ilk sıralarda yer almalarına yetebilir.
İç ve dış politikada ise yanlış adımların telafisi o kadar kolay değil.
Orada şanstan çok akıla ihtiyaç var.

Not 22: Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Schengen ülkelerine tepki gösterip, “Schengen vize müracaatında ret oranları 2014, 2015 ve 2016 yıllarında yüzde 4 seviyesindeydi. Ret oranları 2016 yılından sonra her yıl artarak 2021 yılında yüzde 17’ye çıktı. 2022’de azalış gösterse de ret oranı yüzde 15,7.” dedi.
Böyle söyleyince aslında durumun vahameti tam olarak anlaşılmıyor.
Hakan Fidan’ın yaklaşımı gerçek durum karşısında “iyimser” kalıyor.
Oranlar ne bilmiyorum, elimde tam bir veri, tam bir istatistik yok.
Ama bildiğim şeyler var.
Vize bekleme süreleri makul olmanın çok ama çok ötesinde.  
Eskiden 3 gün, bilemedin 1 haftada çıkan vizeler şimdi çok daha uzun sürede veriliyor.
Haftalarca beklemek vaka-i adiyeden oldu.
Dahası verilen vizelerin geçerlilik süreleri.
Eskiden 1 yıl, 2 yıl, 5 yıllık verilen vizeler şimdi günlerle sınırlı.
Artık 15 günlük, 1 aylık vizeler veriliyor.
Yıllardır 3 yıllık, 5 yıllık vizeler alan bir iş insanına 3 aylık vize veriliyor.
Avrupalı bir firmanın Türkiye’deki müdürü bile vize alırken büyük sıkıntı yaşıyor.
Öğrenci vizeleri daha da büyük sorun.
Öğrenciler haftalarca bırakın vizeyi vize başvurusu randevusu alamıyorlar.
Randevu alanlar evraklarını teslim edip görüşme yaptıktan sonra haftalarca bekliyorlar. Okulları açılıyor, onlar okullarına gidemiyorlar.
Ünlü bir sanayici ailenin kızı, öğrenci vizesi için 5 ay bekledikten sonra almış ve okulunun bir dönemini kaçırmış.
Marmaris’te yaşayan bir okurumun kızı, çok önemli bir profesörün yanında mikrobiyoloji doktorası imkanını vizesi bir türlü çıkmadığı için bilim insanının “Çok özür dilerim ama seni daha fazla bekleyemeyeceğim. O postu başkasına vermek zorundayım” demesi ile gözyaşları ile kaçırmış durumda.
Anlayacağınız durum Bakan Fidan’ın sayılarla anlattığından çok ama çok daha vahim.
Ve tüm bu ülkelerin vatandaşları Türkiye’ye pasaporta bile ihtiyaç duymadan ellerini kollarını sallayarak gelebiliyorlar.
Ben asıl ona yanıyorum.
Hani bunlar “ulusal onur, yerli, milli” falan diyorlar ya.
Gülüyorum.
Bir haftalık tatilde 300 avro harcayan karşısında ne onur var, ne yerlilik, ne millilik.

Not 23: İYİ Parti’de yerel seçimlerde en azından bazı illerde işbirliği yapılmasından yana olanlara yönelik bir yıldırma politikası var.
Partiden yollanan Murat İde, istifa eden Bahadır Erdem, Durmuş Yılmaz gibi isimler bu konuda farklı düşünüyor ve bazı illerde işbirliği yapılması gerektiğini savunuyorlardı.
Belli ki, İYİ Parti’de yerel seçimi AK Parti’ye hediye etmek isteyenlerle, istemeyenler arasında bir savaş var.
Ve galiba AK Parti yanlıları şimdilik de olsa önde.  

Not 24: İçimizdeki psikolojik boşluk duygusu çok soyuttur, imajinerdir. İşte bu tür boşluk duyguları bazen somutlaştırılarak botoksla, silikonla doldurulabilir.

Not 25; ‘Mcdonaldslaşmalar’ damak zevklerini bile çeşitli ülkelerde aynılaştırdı. Aynı yemekleri dünyanın en ücra köşelerinde (hamburger, makarna, pizza, patates kızarması, tavuk kızarması) yiyebiliyor, damak zevklerinizi benzeştiriyoruz. Aynı moda renkler çeşitli ülkelerde aynı. Giydiğimiz pantolon, gömlek, etek aynı... Burunlarımız, rujlarımız, vücudumuzdaki dövmeler, saçlarımızın modeli, rengi... Bütün bunlar farklılaşmak amacıyla yapılırken, yaşadığımız grupta kendimizi farklılaştırmak amacı taşırken, yani giyimi, kuşamı, yaşam tarzını bireyselleştirmeye çalışırken birbirimize daha çok benziyor ve aynılaşıyoruz. Bu aynılaşmayı fark ettiğimizde farklılaşma arzusu yeni arayışlara ve bu arayışlar üzerinden yeniden aynılaşmalarda buluşmaya götürüyor...

Not 26: Geri dönüşü olmayan bir ameliyatı uzmanın hastaya riskleriyle anlatması, psikolojik duruma bakması... Sonra hastaya düşünme süresi vermesi, bu süre sonundaki konuşmada maliyetleri vermeleri gerekmez mi? Havaalanından kliniğe herkes kusurlu burada. Kliniklerin kontrolsüzce seri ameliyat atölyelerine dönüşmüş olması ahlaksızlık. Ne kadar ekmek o kadar köfte mantığıyla insanların hoşnutsuzluklarını hastalığa dönüştürmek de ahlaksızlık... Etik kriterlere uyulduğunda da estetik cerrahi çok önemli bir işi yerine getiriyor ve estetik cerrahi günümüzde kaçınılmaz bir gerçeklik. Sorun burada değil, kurbanlık koyun pazarlığı ahlaksızca olan... Bu endüstrideki dişlilerin parçaları bu ameliyat riskine dair konuları hastalarıyla açıkça konuşmamaları, hatta bu riskleri gizlemeleri ahlaksızca olan. İnternetten bir telefon bulup arayın bu merkezleri. “Yarın gel yapalım abi/abla” muhabbetinden fazlası değildir. Güzelleşerek hayatın önüne koyduğu her sorunu çözeceğini düşünen bir kadına refleksiyon olanağı olmadan bir uzman olarak ameliyat önermek problemli. Her ameliyat riskler de içeriyor. Her insan ameliyat öncesi çeşitli ikilemler yaşar. Uzman alanında otorite olduğu için de söylediğinin ağırlığı olan kişi.
İşte bu uzmanlıktan gelen otoritesiyle ikilemin bir yanına kâr amaçlı yükleniyorsa ahlaksızlık yapıyordur. Estetik cerrahi anormalliği düzeltebiliyor. Mesela bir hastam göğüs ameliyatı geçirmiş ve bu “anormalliği” estetik cerrahi çok başarılı bir şekilde düzeltmişti. Ama sıradan bir burnu anormalleştirip tekrar normalleştirmek... Sorun burada. Ameliyat parası olanların aldıkları lüks bir hizmet yani. Böyle de pazarlanıyor zaten.
Estetik cerrahi toplumda var olan sağlık konseptlerini kâr amaçlı çok iyi kullanıyor. Psikolojik sorunları olanlar muska, dua, adak, büyü işleriyle şeytandan, büyüden, lanetten, kötüden kurtuluyorlardı. Estetik cerrahi insanı rahatsız eden cinleri ameliyatla sembolik olarak çıkarıyor. Bir dönem sonra başka büyüler ve başka cinler, sorunlar şeklinde geri dönüyor çoğu durumda.

Not 27: Ülke siyaseti, Mecliste yer alan partilerin ne istediğinden bağımsız renklerin daha belirgin olduğu yeni bir dizilişe doğru gidiyor. Bu dizilişte ne dediği belli olmayan İYİP (İyi Parti) gibi partilerin etkili olma şansı yok. Bunu sadece İYİP yaşamayacak. Solda ve sağda kendini daha net ifade edenlerin dönemi başlıyor.

Ülkede yaşanan derin yoksulluk ve içine sürüklendiği yolsuzluk sarmalı da gösteriyor ki siyaseti enine bölen bir hamle gerekiyor. Sancı bunun sancısı. İYİP gibi bir partinin bu yeni duruma ayak uydurması imkansız.